Salı, Kasım 10, 2015

SONSUZLAR KULÜBÜ

Merhaba Atatürk düşmanı! 
İzninle sana böyle seslenmek istiyorum. Pek itiraz edeceğini sanmıyorum. Zaten sen de kendine böyle diyorsun. Hatta bundan hoşlandığını, bununla gurur duyduğunu, bunun bir marifet, bir kimlik olduğunu düşündüğünü bile düşünüyorum. Elimde yeterince veri var.
Dünyanın en manasız, en temelsiz düşmanlıklarından biri olabilir bu. Düşman olmanın da var onurlu bir yanı aslında. Bu düşmanlıkta bir onur göremiyorum ben. 
Pek makul de gelmiyor. 
Gerekçelerini makul bir dille anlatsan belki dinlerim de seni. Fakat sen anlatmıyorsun. Sen kusuyorsun. Sen kusarken ben seni dinleyemem.
Elbette herkes herkese bayılmak zorunda değil. Eminim herkesin cebinde var bir "Bayılmadığım insanlar" listesi. Bazı listeler çok uzun. Lakin çok hassas bir noktayı atlıyorsun gibi geliyor bana:
Minnet & Saygı. 
Yine de sen bilirsin. 
Biz dost değiliz. Dost olamayız artık biz seninle. O pencere kapandı. Sen kapattın. Beni yok etmek istemiyor olsaydın, beraber yaşardık da güzel güzel. Ama çok istiyorsun. Beni çok yok etmek istiyorsun. Ben kendimi korumaya çalışıyorum senden. Sen beni yok etmek istediğin için yapıyorum bunu. Sen beni düşman ilan ettiğinden beri böyle bu. Benim seninle, senin benimle sorunun olduğu için sorunum var. Bu kıvamı sen istedin.
Sen Atatürk düşmanısın. Ve bu bana gayet saçma geliyor. Saçma şeylerle arkadaş olamıyorum ben. Eminim başka pek çok düşmanlıkların da var senin. İnsan bir kere yatkın olursa düşmanlığa...Hazır olursa düşman olmaya bu kadar... 
Kadına filan da düşmansındır sen. Kadın olsan da düşmansındır. Eğitime, bilime, gelişmeye, haklara, özgürlüklere, konuşmaya, yazmaya, çizmeye, ağaca, eşitliğe, sanata, sanatçıya...Hep düşmansındır sen bunlara.
Tanıştım ben bazılarınızla. Hiç ağaç sevmeyenlerle tanıştım mesela. Ağaç neden sevilmez? Ağaç onlara ne yapmış olabilir? Tekme atmamıştır mesela. Bir insan ağacı neden sevmez? Yeşil olduğu için mi? Gölge yaptığı için mi? Ağacı suçlayanlarla tanıştım ben. Zaten hep ağaç suçlu.
Saçma.
Yine de sana minik bir tavsiyem var:
Atatürk'ün kurtarıp kurmadığı ülkeler var.
Oralara gitsen mesela? Daha mutlu olmaz misin oralarda? 
Düşünsene; hiç Atatürk yok!
Bence olursun. Dün yeterince gerilmedin mi mesela sen? Milyonlarca insan, aradan geçen onca zamana rağmen, hayatı durdururken dokuzu beş geçe, sinirlenmedin mi? Seni sinirlendirmek için yapmadık inan. O kadar mühim değilsin. Kendini bu kadar önemseme. Sen kendi kendine sinirlendin.
Köpekleri severim ben. Kedilerden daha çok severim köpekleri. Karanlık odalarda tutulan, çiğ etle beslenen dövüş köpekleri var. Ne zaman aklıma gelseler üzülürüm. Onları sevemiyorum. Benim sevdiğim köpeklere benzemiyor onlar. Başkalaşmışlar. Makul değiller artık. Akılları yerinde değil. O karanlık ve o etler değiştirmiş onları. Başka bir tür olmuşlar. Onların bir suçu yok aslında. Suç onları karanlıkta tutup, onlara çiğ et verenlerde. Onları bu kadar saldırgan yapan, onları öldürmeye güdüleyen, yok etmeye alıştıran asıl suçlu olan onlar. Bir köpekten, bir canavar yaratan başkaları. Ve aslında köpekler umurlarında değil. Köpek dövüşünde iyi para var.
Bunu yapma kendine. Üstüne bu kadar gelme. 
Beni yanlış da anlamanı istemem. Anla diye anlattıklarımı, tane tane anlatacağım anlatacaklarımı.
Anladın mı?
Bir öfke, bir alay yok yazdıklarımda. Küfür yok. Küfürsüz yazıyorum. Bir çaba var. Senin için çabalıyorum. Sana yardımcı olmak istiyorum. Sen de mutlu olun istiyorum. Bu nefretle, bu kin, bu nankörlükle, bu ülkede zor. 
Sadece 10 kasım değil ki! Bunun 29 Ekimi var, 30 Ağustosu var, 23 Nisanı var, 18 Martı var...
Ya da herhangi bir gün, herhangi yerde de hatirlayabiliriz biz Onu. Hatirlatabiliriz. 
O kadar çok yer, o kadar çok şey var ki Ona borçlu olduğumuz.
Yok yere canın sıkılır. Zaten o kadar nefret ve kötülük seni yeterince yormadı mı? Zehirlenmedin mi daha? 
Zehirlenmiş gibisin.
Seni kim zehirledi, nasıl zehirlendin bu kadar, seni zehirleyen kaynaklar neler, nereden buldun onları, doğruluklarını sorguladın mı, merak ediyorum. Bu kini nasıl, neyle besliyorsun? Her gün mü?
Günde kaç kere?
Burası doğru yer olmayabilir senin için. Bunu bir düşün. Burası Onun ülkesi çünkü. Ona düşman olmayanların ülkesi burası. 

Biz seviyoruz onu. O da bizi çok sevmiş çünkü. Neler yapmış bizim için. Sevmese yapar mıydı? 
Çok sevmiş.
Onun kurtarıp kurduğu ülke burası. Değişmezlerinden biri bu Türkiye'nin.
Değişmezlerinden biri O. 

Bir çok şey değişmiş olabilir. Bu değişenler, sana hırs, umut vermiş olabilir. Hevesini anlıyorum. İnan bana anlıyorum. Daha bir inanmış olabilirsin. Sona geldiğini, sona gelindiğini sanıyor olabilirsin. 
Sanrı bunlar. Yüksek ateş ve nefret yapar bunu. 
Bitince ne, kim başlayacak zannediyorsun? Biz neredeyiz o esnada peki? Duruyor muyuz öyle?
Hiçbir şey yapmadan...
İtiraz etmeden...
Sen bizi hiç mi tanımıyorsun? 
Unuttuğun bir şey var. Ya da aslında hiç bilmediğin: Sonsuzluk!
Sonsuzluk çok başka bir şey. Çok başka bir zaman dilimine geçersin sonsuz olursan. Hiç bitmezsin. Hiç unutulmaz, hiç yanıltmazsın. Dokunulmaz olursun sonsuzlukta. Sana erişemez herkes. Uçsuz bucaksız olmaktır sonsuz olmak. Başladığı ve bittiği yer olmaz sonsuz olanın. O iki nokta arasında kalan yerdir sonsuzluk. Bir sonsuza ancak bir sonsuz müdahale edebilir. Bir sonsuzla ancak bir sonsuz kıyaslanabilir. 
Onu hayatta olanlarla ölçemez, Onu güncel zamandakilerle yarıştıramazsın. Işığı santimetreyle ölçmeye benzer bu. Doğru sonuca ulaşamazsın. 
Herkesin alınmadığı, kabulü çok zor olan bir kulüptür sonsuzlar. 
O da orda. Sonsuz O da. 
Hiç bitmeyenlerden oldu. Hiç unutulmayacaklardan ve hiç yanıltmayacaklardan oldu çoktan.
Bazı insanlar doğdukları an sonsuz olur. Bazı şarkılar gibi. Sonra anlarsın.
Sen, ben yaklaşamayız ona. 
Hele sen...Seni kapısına yaklaştırmazlar kulübün. Zaten sen de pek yanaşmazsın. Oraya, oralara hiç ait olmadığını anlarsın hemen. Bu histen kaçamazsın. Bu gerçek kemirir seni. 
Gerçi seni pek kestiremiyorum. Senin gibilerin garip bir pişkinliği oluyor. Böyle...yapış yapış.
Bir coşku, bir maç sonu sevinci, bir duygusal an değil bu. Bir gerçekten bahsediyorum sana. Sana bir hayal kahramanı anlatmıyorum. Evimin köşesinde kutsal bir yer değil O. Sapasağlam bir gerçek.
Şunu da hatirlatmama izin ver lütfen. Şımarırken aklından hiç çıkmasın bu:
Onun karşısına kimi, neyi koyarsan koy, kaybeder.
Ama kısa, ama orta, ama uzun vadede...kaybeder.

Bana inanmıyorsan, zamanında kaybedenlere sor.
Yendiklerine sor. Yenip kovduklarına!

KURTARAN

Senin Onu sevmen olağan. "Onu çok seviyorum" demen olağan. 
Kurtardıklarındanız hepimiz. Kurtarılan olarak, kurtaranını sevmen olağan.
Ona minnet duyman, Ona borçlu hissetmen olağan. 
Minnet!
En azından bunu borçlu hepimiz.
Borçlularız biz. Hepimiz aynı adama borçluyuz. O adama ve arkadaşlarına. Ona bizden bile önce inananlara. Onun için, bizim için, Onun yanında, Onun emrinde ölenlere. 

Uğruna ölecek biri, bir yer olması güzel insanın. Az kaldı öyle biri, öyle yer az kaldı.
Kurtarılanız biz. Kurtardıklarındanız. Bizi O kurtardı. Esirdik biz. Tutsaktık. Öyle de kalacaktık bir mucize olmasaydı. Ama oldu. O mucize oldu. 
O oldu.
Bizi O kurtardı. Hepimizi. Hepimizin dedesini, anneannesini, babasını, annesini, teyzesini, amcasını, kardeşini, sevgilisini, dinini, adını, örfünü adetini, ağacını, toprağını, evini, yurdunu, tarlasını, camisini, okulunu, denizini, ovasını, yazını, kışını, arkadaşını o kurtardı.
Hele kadınını! Kadınını karanlıktan, yokluktan çekti çıkardı.
İnsanını kurtardı.
Bir ülkede ne varsa onu. Geçmişini, geleceğini O kurtardı. Bir ülkeyi, bu ülkeyi O kurtardı. Yanan bir evden bir çocuk kurtarır gibi. O çocuk gibi, bir çocuk gibi sevmen Onu, çok olağan. Senin Onu sevmen olağan.
Olan bu. 
Bunu ben demiyorum. "Bu oldu" diyen ben değilim. Tarih diyor bunu. Kaybedenlerin yazdığı tarih üstelik. Büyük bir yenilgiyi ve hayranlığı anlatıyor yenilenler. Sorsan, şimdi de anlatırlar. Bizim kadar iyi biliyorlar kime, nasıl yenildiklerini. 
Defalarca. Defalarca kime nasıl yenildiklerini çok iyi biliyorlar. Defalarca yenildikleri için biliyorlar. 
Belki bizden de iyi biliyorlar. Hayranlıkları bundan. Böyle yazıyor tarih. Dünya böyle okuyor. Böyle biliyor. Yendiklerinin hayranlığını kazanmak! Asıl kazanmak bu işte. Kazanmanın en zor ve asil hali bu.
Teknik olarak vaziyet bu. Tarih olarak vaziyet bu.
Kurtardıklarindan olmana gerek bile yok aslında.
Aklin başındaysa, bilincin yerindeyse, biraz tarih, biraz okuma yazma biliyorsan... Onu sevmek olağan. Kolay onu sevmek. Kolaylaştıran yine kendisi. Zoru kolay gibi göstermek meziyetlerinden sadece bir tanesi. Zamanının ilerisinde, çok ilerisinde olması da bir başkası. Nezaketi, özeni, kararlılığı, bağlılığı, öngörüsü, zekası, şıklığı, incelikleri, sertliği...
Çok meziyeti var. Gözlerinden bahsetmiyorum bile. 
Şimdi bile, şimdinin çok ilerisinde.
Bir refleks onu sevmek.
Peki...
O seni sever miydi tanısaydı? Karşılaşsaydın bir yerde, aynı sofrada otursaydın, sohbet etseydiniz biraz, seni tanısaydı mesala...sever miydi? Rahat çıkar mısın karşısına? Sorularına hazır mısın?
Olmanı istediği insan, birey oldun mu sen? Ülke oldu mu onun istediği gibi? Gerçekten kurtarabilmiş mi seni, beni, ülkeyi?
Sonraki savaşları da kazanmış mı? Sen yardım ediyor musun ona? Bitti mi savaşlar? Savaşlar biter mi?
Düşman bitmeden savaş biter mi?
Asıl ölçü, asıl mesele bu. Asıl savaş burada. Rota bu.
Bunu sormalı hep. Bunu hatırlamalı. 
Ve hep doğru cevap vermeli.
Gözleri kaçırmadan.

Pazar, Kasım 08, 2015

SALDIRMANIN GÖRKEMİ

Bokstan çok şey öğrendim. Bir şeylere vurmak eğlenceliymiş. Bir şeylere doğru vurmak eğlenceliymiş.
Yumruğun da doğrusu, iyisi varmış. Doğrusunu, iyisini saklamayı öğrendim.
Beklemeyi öğrendim mesela. Doğru zamanı beklemeyi. Doğru zamanın geldiğini, aradaki farkı öğrendim.
Rahatlatıyormuş gerçekten bir yerlere vurmak. Yastıklara bağırmak gibi.
Gün içinde kaç kere dağıtmak istiyorsun birilerinin yüzünü? Doğru söyle?
Üzerine forklift sürmek istediğim insanlar benim de var. Ama sürmüyorum.
Kimsenin suratını da dağıtmadım epeydir. Zaten birine vurmaya başlarsam durmam kolay kolay bu aralar. Yere yatırırım onu mesela. Kollarını dizlerimin altına alırım.
Ve vurmaya başlarım.
Ellerimdeki kemikler acıyana kadar. Ellerim kan içinde kalana kadar. Vurmaktan yorulana kadar.
O ne hale gelir bu arada bilmiyorum. Ben ondan iyi durumda olurum sanırım.
Peki ya sonra? Sonra ne hissederim?
Geçince ne hissederim?
Bir şeylere vuruyorum o yüzden. Birilerine vurmamak için bir şeylere vuruyorum.
O vurduğum yerlerde kimleri, neleri görüyorum, bir bilsem.
Söyleyemem. Başım derde girer söylersem. Gördüklerimin hoşuna gitmez hiç bu. Onları, yumruk attığım yerde gördüğümü öğrenmek hoşlarına gitmez.
Kimin gider ki?
Dövüyorum onları. Dayak atıyorum onlara. Yorulana kadar dövüyorum. Ellerimde eldiven var.
Odaklanmasını seviyorum boksun. Bana karşı koyacak, bana geri yumruk atacak biriyle boks yapmadım henüz. Yapmayı da düşlemiyorum. Çok sevmekten korkuyorum bunu. Dayak yemekten korkttuğum kadar, çok sevmekten korkuyorum.
Canlandırabiliyorum ama. Karşımda canımı yakmak isteyen biri varmış gibi yapabiliyorum.
Zaten var!
Karşımda canımı yakmak isteyen biri, bir şey hep var.
O benim canımı yakmadan, ben onun canını yakmak istiyorum. Onu pişman etmek istiyorum. Bir daha böyle bir şeye kalkışmadan önce iyice düşünmesini sağlamaya çalışıyorum. Sağda solda anlatmasını istiyorum bunu...beni..
Söylesin istiyorum. Benden uzak durmaları gerektiğini söylesin onlara.
İntikam almak istediğim bir şeyler, zamanlar, yerler, insanlar olmaz olur mu? Var tabi. Herkesin vardır.
Sen artık vahşi birer hayvan olmadığımızı mı sanıyorsun yoksa?
Onlar bilir kendini. Kendilerini tanır onlar. Bana yaptıklarını, yapmadıklarını daha çok hatırlarlar.
Kötüler daha zor unutur. Unutmak istemezler çünkü. Unutmamaya gayret ederler.
Bokstan çok şey öğrendim.
Bütün vücudunu bir yerlere, bir şeylere vurmak için yönlendirmeyi, kendi içindeki o tuhaf uyumu kollamayı, beklemeyi sinsice, odaklanmayı, aynı saniyede saldırırken savunmada olmayı, ikisinin aslında bir tek şey olduğunu fark etmeyi, duygularını ortadan ikiye ayırabilmeyi, telaş etmenin ne kadar ölümcül olabileceğini, yine de hiç beklenmedik bir anda, hiç beklemediğin bir anda atağa geçmeye ne kadar hazır olduğunu, kendine şaşırırken, utanmadan korkarken, canın yanmasın isterken hala nasıl vazgeçmediğini öğrendim ben.
Bir şeylere vurmanın ne kadar güzel olabileceğini...
İnsanın en çok, saldırırken açık verdiğini öğrendim bir de. Saldırmanın o görkemine kapılırsa, tek düşündüğü şey saldırmak olursa, atmak istediği yumruktan başka bir şeyi hesaplamazsa ne kadar savunmasız kaldığını insanın öğrendim.
En tehlikeli şeyin gardının düşmesi olduğunu...
İnsanın tek bir yumrukla düşebildiğini...
Gardın düşer çünkü sen de düşersen. Gardının hali bozulur. Seni koruyamayacak hale gelir. İşini yapamaz. Hiçbir işe yaramaz kafanı karıştırmaktan başka.
Olmayan bir şeyin olduğunu sanarken yapıyoruz hataların çoğunu.
Olmayan şeylere güvenerek...
Güçsüzleşir. O güçsüzleşirken sen zayıflarsın.
Olmayan bir şeyin olduğunu sanarken yapıyoruz hataların çoğunu.
Sen yaparsın bunu. Kendine bunu sen yaparsın. En iyi arkadaşına bunu sen yapsın.
Açık verirsin!
Ve o yumruğu atamazsan, o yumruk hedefi bulmazsa...
İşte en ağır yumruğu o zaman yersin. Hiç beklemediğin anda yediğin yumruklar kadar fenası yoktur. Darmadağın olursun. Burnun, dudağın patlar. Elmacık kemiklerin parça parça olur.
Kibrin yapar bunu sana. Kibrini sen beslersin ama.
Bil kendini. Bunu öğrendim ben bokstan. Kendini tanı. Rakibini tanı. Nerede olduğunu, ne yaptığını bil. Birine, bir şeye saldıracaksan; çok iyi düşün. Çok iyi hazırlan bu saldırıya. Açık verme hiç.
Gardın düşmesin. Gardın düşerse, sen de düşersin.
Perişan olursun durduk yere.


Cumartesi, Kasım 07, 2015

TEORİK ARKADAŞLIK.

Sandığın kadar arkadaşın yok. Hiç yok demiyorum arkadaşın. Elbette var. Arkadaşlarını ve tanıdıklarını ayır birbirinden diyorum. Dediğim sadece bu. Bunu diyorum. Tanıdığın insanlar var senin diyorum. Tanıdığını sandığın.
Birini, daha önce tanımadığın birini, sonra ne kadar tanıyabilirsin ki!
Sana söylüyorum bunu. Sana ve onlara. Kendilerine hiçbir şey söylenemeyeceğini sananlara söylüyorum. Kendini dokunulmaz sananlara. Öyle değil çünkü.
Herkese her şey söylenir.
Haberin olduğu insanlar var senin. Olan bu. Onlardan haberin var. Onların senden haberi var. Birbirinizi biliyorsunuz. Tamamlandığınızı birbirinizle sandığın insanlar var. Bazen bu çok tehlikeli olabiliyor. Arkadaşlık, yanlış insanların elinde çok tehlikeli olabiliyor.
Seni bu aldatıyor. Aldanıyorsun.
İki yüksek bina arasına bir ip geriyorsun mesela bir gün. Bir yüksek binadan öbürüne yürümek var aklında.
Neden mi? İlla bir neden mi gerekiyor?
Peki.
Çünkü canın öyle istiyor. Ya da zorundasın. Ne fark eder?
Tehlikeli bir şeye kalkışmak üzeresin.
Bu çok sık olur.
Yürümek zorundasın çünkü bazen tehlikeli yerlerde ve zamanlarda. Altında bir ağ var sanıyorsun sen. Yine de tehlikeli kalkıştığın şey. Ağa rağmen tehlikeli. Tehlikeli olmadığına ikna edemiyorsun kendini, inandıramıyorsun. Korkuyorsun. Ağa güveniyorsun. "Düşsem de bir şey olmaz" diyorsun. Belki de ipe çıkmadan, ilk adımı atmadan son şey bu kendine söylediğin.
Gözler ileride ve kararlı.
Yüksek sesle söylüyorsun hatta belki de bunu, duyduğundan emin olmak için. Söylediğin şey daha gerçek olsun diye böyle yapıyorsun belki de.
Belki bir dua ediyorsun sonra.
Belki çoktan etin duanı sen.
Belki zaten dua bu söylediğin.
"Düşsem de bir şey olmaz"
Ben hiç dua etmem. Dua bilmem. Ezberlediğim için not aldıklarımı, ders oanları bile unuttum. Uydurduklarım var. Kendi kendime uydurduğum dualar var. Birine bir şeyler söyleme ihtiyacım olduğu zaman uyduruyorum onları. Onları uyduruyor olmam, dualarımı değersiz yapmaz. Daha az gerçek olmazlar. Alay etmek için yapmıyorum ki bunu ben.
Arkadaşların işte o ağ. Aslında ağ mağ yok işte bazen.
Elinde kağıt kalem, sürekli hesap yapan adamdan ağ olmaz.
Kötü arkadaşların kandırıyor seni. Ağ olduğuna inandırıyorlar. Kendileri ağmış gibi yapıyorlar. Hesap bu!
Sonra, sen kendi duanı ederken, kayboluyorlar.
Sen yine de o ilk adımı atıyorsun. Bazen erken, bazen geç fark ediyorsun ağ olmadığını o iki yüksek bina arasındaki tehlikeli yürüyüşüne başlarken. Erken fark edersen şanslısın.
Söylediğinden, kendi duandan vazgeçmiyorsun sen yine de. Tek bir yön olur, tek bir yön kalır bazen çünkü sana. Hala korkuyorsun. Belki daha çok. İp gergin. En ip kadar gerginsin sen de. Birbiriniz anlıyorsunuz.
Düşüyorsun bazen. İpin üzerine kalamıyorsun. Rüzgar ters esiyor, ayağın kayıyor, aklın kalıyor...Düşüyorsun. Sadece yürüyemediğin için yürümen gerektiği gibi, düşüyorsun. Rüzgar doğru esiyor, ayağın kaymıyor, aklın kalmıyor ama sen yine de düşüyorsun.
Sağına soluna bak. Düşenlerle dolu etrafın.
Evet. Ağ mağ yok sen düşerken.
Bir şey olmuyor ama düşsen de. Ölene kadar bir şey olmaz çünkü.
Sandığın kadar arkadaşın yok. Üzgün değilim bunu söylerken. Tereddüt etmiyorum hiç.
Akadaşlarını, kendini, olup bitenleri, olması gerekenleri, olabilecekken olmayanları, neden olmadıklarını görünce anlıyorsun. Görünce tanıyorsun bunu.
Dünyanın sonu değil bu. Başarısızlık hiç değil. Çok arkadaşının olmaması dünyanın sonu değil. Çok değil, yeterince arkadaşın olsun yeter.
Sona gelmedin. Berbat hissettirse de, kıyamet olmadı. Zaman bitmedi. Zaman var hala. sen yok diyene kadar var.
Yanlarından geçip git.. Anlamazlar bile sen onların yanlarından geçip giderken. Geçip gidemezsin sanırlar. Öyle değil ama işte. Kötü, basit bir bilgisayar oyunu gibi. Onlar azaldıkça, sen puan alırsın. Kuvvetlenirsin.
Umursamıyorlar. Mecbur da değiller zaten aslında. Umursuyormuş gibi yapıyor olmalarıyla derdim benim. Çok derdim var hem de.
Seni anlamıyorlar çünkü. Anlamak için de bir şeyler yapmadıklarını anladığın için geçip gidiyorsun zaten sen de. Onları terk ediyorsun. Ayrılıyorsunuz.
İnsan sadece sevgilisinden, seviştiği insandan ayrılmaz.
Hayatından bir şeyleri, birilerini azaltman lazım olur. Bunun için gidiyorsun.
Sandığın kadar arkadaşa ihtiyacın da yok. Tıpkı sandığın kadar ayakkabıya ihtiyacın olmadığı gibi.
Kaç tane ayakkabın var? Kaç tanesini giyiyorsun?
Sadece gördüğün zaman hatırladığın, kutuyu açınca far ettiğin, taşınırken rastladığın ayakkabıların yok mu?
Ben de onu diyorum işte.
Eminim çıplak ayakla çıkmıyorsundur ama sokağa.
Sandığın kadar yalnız da değilsin.
Hiçbir işime yaramayan arkadaşlarım var benim mesela. Kağıt üzerinde arkadaşız sadece. Teoride.
Arayıp söylemeyi düşünüyorum zaman zaman.
"Hiçbir işime yaramıyorsunuz!" demek geçiyor aklımdan.
"Ayrılalım" diyeyim diyorum.
Yanlarından geçip gitmek için.

Cuma, Kasım 06, 2015

VİDALI BACAKLAR

Beynimin içini hissettiğim zamanlar oluyor. Bu iyi bir şey değil. Çok fazla hissediyorum beynimi. Orada, kaşlarımın hemen üzerinde, kafatasımın içerisinde, saçlarımın hemen altında bir yerlerde olduğunu çok biliyorum.
Bacaklarımı da gereğinden fazla biliyorum mesela. Onları da gereğinden çok fazla hissediyorum. Özellikle geceleri. Geceleri özel bir ilgi bekliyor gibiler. Sadece onlar olsunlar, onlar kalsınlar istiyorlar sanki. Halbuki onlara en az gece ihtiyacım var. Sanki bunu biliyorlar ve bundan çok rahatsızlar.
Uyurken bacaklarıma ihtiyacım yok.
Uyuduğum yere, uyuyarak gideceğim yere yürümüyorum ki. Bacaklarım olmasa da olur. Sadece uyumak benim derdim. Sadece uyumak istiyorum. İzin vermiyorlar.
Uyumak...uyumamak değil bu bahsettiğim. Oraları geçeli çok oldu. Başka bir yere geldik. Çirkin bir yere geldik.
Keşke sökebilsem geceleri bacaklarımı. Vidalı olsalar keşke. Uyumadan hemen önce söksem onları. Onları en son yatağa gelirken kullansam. Sonra onlarla işim bitse. Teşekkür etsem her ikisine de...ve vidaları sökmeye başlasam. Tek tek...Başucuma koysam söktüğüm bacaklarımı. Suyumu, defterimi, telefonumu koyduğum yere koysam onları da. Hepsi aynı yere sığmaz herhalde. Bacaklarımı yere koyarım o zaman ben de. Halının bitip, parkenin başladığı yere. Uzanıp alabileceğim bir yere.
Beynim hep orada. Hep konduğu yerde.
Bütün o kan, damarlar, o sümüksü doku...
Neredeler biliyorum. Oradalar işte! Gözlerimle işaret ettiğim yerde!
Hücreler var bir de. Onları da hissediyorum bazen. Tek tek..O kadar çoklar ki! Ve o kadar hızlı ölüyorlar ki! Bazılarını ne yapsam kurtaramıyorum. Beni çok üzen bir ses çıkarıyorlar ölürken. Belki o sesi çıkarmasalar, belki duymasam o sesi, bu kadar üzülmem. Ama duyuyorum. Ve o sesi duyan herkesin yaptığı, yapacağı, yapması gereken şeyi yapıyorum:
Üzülüyorum.
Ben duyarken onları, onlar ölüyor bana inat.
Burnumdan, kulaklarımdan, ağzımdan birileri, ya da bir şeyler giriyor sanki. İşleri beyin hücresi öldürmek olan birileri ya da bir şeyler.
Bir haber, bir sonuç, bir isim, bir ses, bir hava, bir yer, bir adam, bir kadın...
Görüyorum onu, onları. Girerken görüyorum. Çok yetenekli olduğum için değil; saklanmak gibi bir dertleri olmadığı için görüyorum. Ellerimle filan durdurmam mümkün değil hiçbirini. Ellerimle neyi, ne kadar durdurabilirim ki!
Engel olamayacağımı, onları durdurmak için hiçbir şey yapamayacağımı biliyorlar çünkü.
Kendi beynimde misafir olduğumu biliyorlar.
Çalışmaya başlıyorlar sonra bana aldırmadan. Benden çekinmeden. İşlerini yapıyorlar.
Sonra sesler...
Ah o sesler...

Perşembe, Kasım 05, 2015

ALACAKLI

Nasılsın?
Ne var ne yok?
Ne hissediyorsun?
Tam olarak ne hissediyorsun?
Kendime en çok sorduğum sorular bunlar son günlerde. Hatta yıllarda belki de.
"İyi demek adet olmuş" derdi babam. Haksız mı?
Babamın haksız olduğunu çok az gördüm ben.
Başkalarına da sormak istiyorum bu soruları. Kendi cevaplarımın sağlamasını yapmak için belki. Ne kadar yalnız olduğumu görmek için. Ya da ne kadar çok.
Tanımadıklarıma sormak istiyorum en çok. Ne yapsam da tanıyamadıklarıma. Sonsuzluğa kadar yabancı kalacaklarıma. Kollarından tutup, gözlerine bakıp sormak istiyorum.Cevap almadan da bırakmak istemiyorum hiç kimseyi. Ben cevap vermeden gitmiyorum çünkü. Cevap bekleyen birini, cevapsız bırakıp gitmek çok gaddarca değil mi?
Ver ona varsa cevabın. Yoksa da "Yok" de. Bu da bir cevap. Cevapsız bırakma onu. Ya da anlat ona mesela neden onu cevapsız bıraktığını. Laftan anlayan biriyse anlat. Cevabı neden hak etmediğini anlat ona. Bilsin. Anlamıyorsa laftan, umursama. Sadece git. Kendini korumak için git.
Alacaklıyım gibi sanki. Artık sabrı kalmamış, haklıyken haksız duruma düşmekten çekinen yine de, insan olduğunu alacaklıyken bile unutmamaya çalışan, mecbur kalmış bir alacaklı.
Sanki birileri bana bir takım cevaplar borçlu. Sormayı hak ettiğimi düşündüğüm sorular bunlar. Temiz sorular. Göründükleri kadar kolay değiller ama. Ayaküstü sorulabilecek sorulara benzeseler de, başka, daha büyükçe soruların arasında kaybolsalar da, mühim her biri.
Cevapları da hak ediyorum bence. İnsan hak etmek için uğraştığı şeyleri hak eder çünkü. Ben biliyorum uğraştığımı. Bunu da sordum kendime çoktan.
Ve sadece merak ediyorum. Bu beni oldukça masum yapar. Masum biri, merak eden biri olarak sormak istiyorum.
Yoksa çok mu geç artık masumiyetten konuşmak için? Çoktan başladık mı yoksa yanmaya?
Cevaplara çok ihtiyacım var. Başka sorulara geçmek için kullanacağım onları. Bir merdiven gibi. Merdivenin yönünü kestiremiyorum ama.
Yukarı mı, aşağı mı?
Bu soran, bu merak eden taraflarını vücudumun, ameliyatla aldırmak istiyorum mesela bazen. Sana da oluyor mu?
Bazen "Akşam ne yiyeceğim?" diye merak ediyorum. Mutlaka buluyorum bir şeyler. Aç uyumayalı oldu epey. Ama cevapsız çok sık uyuyorum. Deniyorum en azından. Uyumayı deniyorum. Cevapsızlık da uyku kaçıranlardan. Olmayanlar uyku kaçırır. Zaten çok hazır uykum kaçmaya. Cevapsızlık bahane bence
Oturup konuşmadık bunu. Kaçıyor çünkü. Kaçıp gidiyor. Peşinden gidemeyeceğim, adresini bilemeyeceğim yerlere kaçıyor kaçtımı. Nasıl gideyim ben bilmediğim yere?
"Sevgilim mi olsa acaba artık?" derken bulduğum zamanlar da var kendimi. Geceleri özellikle. Havalar da soğudu zaten.
Belki de bir battaniye almam lazım.
Belki hatayı yaptığım yer burası. Belki bir sevgilim olsa, daha iyi olurum.
Belki de çok soru soruyorumdur.
Hata budur belki.
Asıl soruyu, en sade ama en karmaşık soruyu, en sona bıraktım tabi. Cevaplamak için çok zamanın kalsın diye.
Mutlu musun?