Benim bir öfke problemim var. Fakat bu durumun kendisiyle bir problemim yok. Öfkeyle bir problemim yok. Öfkeli olmayı, hala bir şeylere öfkelenebilmeyi seviyorum hatta çokça. Nabzımın attığı anlarım onlar benim. Öfke problemim olmasıyla, kişisel bir derdim yok.
Bunu gizlemiyorum. Kasığıma yazacağım yakında.
Bir "meselem" var benim. Bir şeylerle meselem var. Birileriyle. Bir metotla, bir ekolle meselem var. Yazdığım her şeyin aklı-fikri o mesele. Konular fark etmez. Temelde itiraz ettiğim şeyler bunlar. Aslında her şey tek bir "mesele" yani.
Kontrol paneli bende, panel hep aynı. Yanıp sönen ışıklar, düğmeler, kollar, aşırı yükleme, aşırı besleme, güç kayıpları...Atan devrler, yanan kafalar...
Kafamın içini görebilsen keşke. Yanarken bir görsen...
Benim bir öfke problemim var. Bundan sebep eve silah sokmuyorum. Gazete de almıyorum. Zorunda kalmazsam haber izlemiyorum. Haber ticaretini hiç sevmiyorum. Haber tüccarlarından tiksindim.
Çarşambadan beri onlarca yazı yazılmıştır. Yazılmış, biliyorum. hıncalınkini okudum. orayınkini okudum. Okuduklarımla ilgili bir şeyler de yazdım hatta. Utanarak. Onlar adına utanarak.
En son bir yazı daha okudum. Mehtap Erel yazmış. Www.hurriyetailem.com'da yazmış."Sakıncalı Analizler" isimli köşesinde yazmış. "Aslında yazmayacaktım.Ben popüleri,çok yazılanı pek yazmıyorum" temalı bir giriş var yazıya. Bir uyarı var. Bu bağlamda yazı yazı değil sadece, bir lütuf!
Bir mektup bu yazı. Oğlu Can'a bir mektup. Defne'nin oğlu Can'a!
Mehtap Hanım mektubuna, mektuptaki önermelere, saptamalara çok da güveniyor olmalı zira mektubun başında "Yazılan hiçbir şeyi okuma. Bir tek benim yazdığımı oku" gibi bir telkin var.
Duygusal bir mektup. Empatik olduğu söylenebilir. "Anneler anneleri anlar. Bütün anneler aynıdır. Hepsi çocuklarına tapar. Onlar için ölürler" önermesi hakim mektuba.
Yazılanların bir kısmına, hatta çoğuna fikirsel anlamda katıldığımı belirtmeliyim. Lakin yazının temel vurgusuna, her ne kadar o vurgu gizlenmiş de olsa, satır arasında da kalsa, tamamen ve fanatik bir deli gibi karşı olduğumu bilsin herkes. Temel vurgu minik bir cümleye sıkışmış :
"Belki de lohusalık sıkıntılarını henüz üzerinden atamamış. Bir HATA yapmış!Bu kısmı seni ilgilendirmez."
Ben lohusalık nedir bilmem, bilemem. Lohusalığı deneyimlemem mümkün değil. Fakat duydum. Bir fikrim var. Doğum sonrası yaşanan süreci anlatan, halkça bir ifade. Bir tanım. Şerbeti var. Ablalarım doğum yaptıkları için biliyorum. Tatlı baya. Şekerli.
"Lohusalık sıkıntısı" nedir? Nasıl atlatılır? Atlatması ne kadar vakit alır? Kişiyi nasıl etkiler? Sadece fiziksel midir? Nedir? Ne değildir? Bir kadına lohusalık nasıl HATALAR yaptırabilir? Bu soruları elbette bir uzmana ya da en azından yaşayan birine sormak lazım.
Ben ne uzmanım, ne de yaşadım. Zaten şu an için umurumda da değil.
Yazının, mektubun benim şidddetle karşı olduğum, anlayamadığım, anlamlandıramadığım, temel vurgusu bu değil aslında. "Lohusalık ve travmaları" değil benim odağım.
Beni şaşırtan, kızdıran, çaresizleştiren vurgu başka:
"Bir HATA yaptı!"
Hata mı? Ne hatası? Bahsi geçen hata nedir?
Anne olması mı?
Biz annenin bir gece önce ne yaptığını, nerede olduğunu, bir gece sonra ne yapacağını, nerede olacağını biliyor muyuz? Anne her gece mi çıkıyor? Eve küfeyle mi dönüyor?
Biz ne biliyoruz peki?
Hata nedir?
Bir annenin bekar bir adamın evine gitmesi mi hata? Alkol içmesi mi? Yoksa hata, o annenin ölmesi mi? Nerede , nasıl öleceğini ön görememesi mi? Düşünmeliydi anne bunları. Hesaplamalıydı. Hata! Büyük hata!
Neyse, bir daha yapmaz. Daha dikkatli olur. Zaten yapamaz. Öldü çünkü. Size sormadan öldü.
Tuhaf bir ana fikri var mektubun: "Anne bir hata yapmış lakin kendisi öldüğü için bu seferlik bu hatayı görmezden geleceğiz biz."
Ne yüce gönüllüsünüz. Ne kadar cömert, ne kadar bağışlayıcı, ne kadar da iyisiniz.
Eksik olmayın. Biz sizi hak edecek ne yaptık?
Siz kimsiniz yahu? Retorik bir soru değil bu. Merak ediyorum gerçekten. Gerçekten bir soru bu: Siz kimsiniz?
Neredeydiniz o gece?
"Ben ONU hiç tanımazdım aslında..." diye başlayan yazılarınızı alın ve gidin. Uzaklara gidin. Bize uzak olun. Ona daha da uzak olun. İyilik yapmayın. Bizimle aynı tarafta olmayın.
Gölge etmeyin!
Hastalıklı bence bu ana fikir. Kangren. Eti çürümüş bu fikrin. Korkunç bir fikir bu. Sinsi.
Sinsi korkunçtur zaten. Korkaktır sinsi olan. Pusudadır hep. Bekler.
O cümle çok mühim bir cümle. Çok sevimsiz bir cümle. Yazının asıl "niyetini", yazanın "bilinçaltını" üste çıkaran bir cümle. Müthiş "kırsal" ve "töre" çağrıştıran bir cümle.
Yazık o cümleye. O fikre, o "idare etme" haline yazık.
Hangi "hata" o annenin ölümünü haklı çıkartacak? Beni hangi "hata" ikna edecek buna, fikrimi değiştirecek?
Size ne? Bana ne?
Gerçekten soruyorum yine:
Size ne? Bana ne?
Nedir bu "canım o da yapmasaymış"cılık? Bu nasıl bir ikiyüzlülük? Bana da öğretin. Beni de kurtarın. Başka biri yapın beni de. Sizin gibi düşünmeyi öğretin. Kim bilir belki öyle daha mutlu olurum. Gidelim mezarlarda dans edelim hep beraber. Ölenlere gülelim. Öldüler diye kızalım, küçümseyelim. Hatta şöyle yapalım: Ekipler kuralım. Gönüllü olalım. Gece çıkan, içki içen anneleri tespit etsin bu ekipler. Doğal yollarla ölmelerini de beklemeyelim. Yakalayalım o anneleri. Sokaklarda, yakaladığımız yerlerde, hemen oracıkta kazıklara bağlayalım, yakalım cayır cayır.
Videoya çekip ölen annenin kocasına, çocuğuna, ailesine verelim kaseti.
Düzelir miyiz o zaman? Düzeltir miyiz?
Ne olur hepimiz susalım artık. Bunu içtenlikle yapalım. Ben de kahrolayım bunları yazıyorum diye.
"Durun!Benim daha başka, daha çarpıcı bir fikrim var!" yarışmasından çekilelim.
Biz kaybedelim bu sefer.
En fazla ne kaybederiz?
Biraz düşünelim.
Pazartesi, Şubat 07, 2011
Pazar, Şubat 06, 2011
KANATLI ADIDAS
Alışmaya gayret ediyorum. Sarsılıyorum ama hala. Çok çukurlu bir yolda, bir arabada gibiyim. Yol da uzun gibi.
Dün gece test ettim kendimi. Sokağa çıktım. Bir kaç mekan dolaştım. Kafam dağılır belki dedim. Dediğim çıkmadı. Turuma House Cafe'de başladım. Ardından Novo'ya geçtim. Teğet geçtim ama çok durmadım. Mert Yücel İndigo'da çalıyordu. Gideceğime çok önce söz vermiştim. Gitmeyebilirdim. Gittim. Güzel çaldı. Novo'ya geri döndüm. Arkadaşlarım geldi yanıma. 3 kişi olduk. Oz-e, Nil ve ben. Lux'a gittik. Ali vardı. Hagop vardı. Fresh B vardı. U.F.U.K çaldı. Değişik çaldı. Güzeldi.
Son gecesinde Defne'yle olan bir arkadaş geldi yanıma. Onu en son sağ görenlerden. Onu kıskandım. Kızdım da ona. Üzgündü. "Yazını okudum. Ağladım ben de. O gece onunlaydım." dedi.
Kanatlı ayakkabıları vardı çocuğun. Adidas'tı galiba.
Uçarak uzaklaştı çocuk.
Çıkarken biri "Defneee" diye bağırdı beni görünce. Ben kimin bağırdığını görmedim. Alay mı etti, anlamadım. Belki bir arkadaşına seslendi. Belki bana öyle geldi
11:11'de gidelim dedik. Dediğimizi de yaptık. Çok eski tanırız Tangun'u, Kürşat'ı, Banu'yu, Mithat'ı, bütün ekibi. Kiwi'yi gördük. Kesmemiş bıyıkları. Komik heriftir Kiwi. Güzel mekandır 11:11.
Bu turu, bu mekanları, insanları şundan yazdım: Bazı geceler karşılaşırdık biz Defne'yle. Beraber çıkmasak da karşılaşırdık. Dünya küçük ya, İstanbul daha da küçük. Ne zaman gece dışarı çıksam, ne zaman hep aynı insanları görsem, İstanbul'da 15 milyon insanın yaşadığına inanmak daha da zor oluyor. Sanki 300 kişi yaşıyormuş gibi koca şehirde.
Gariptir, gözlerim aradı. Taradı ufaktan. Aptalca biliyorum. Çocukça.
Yaptım ama yine de. Zaten sürekli aptallıklar yapıyorum. Alışkınım. Şunu anladım ben dün gece, turumdan şunu çıkarttım: Uzun bir süre zihnim, algım 19 mayıslar, 10 kasımlar, 23 nisanlardaki televizyon ekranlarına benzeyecek.
Köşede bir Atatürk görseli ve Türk bayrağı olur ya; hep oradadır onlar.
Görüntüler değişir ekranda. Programlar değişir. Haber olur, spor olur, dizi olur, film, yarışma, güncel, reklamlar, tartışma ıvır olur zıvır olur, Atatürk'le bayrak hiç gitmez ya...
Öyle işte benim zihnim, algım bu aralar. Hep yaptığım şeyleri yapıyorum.
Tadım yok pek ama yapıyorum.
Yaptığım şeyleri yaparken ben, bir ekran var. Köşede bir resim var. Ne yapsam orada resim.
Biliyorum ne olup bittiğini. Niye orada olduğunu. Anlıyorum. Alışıyorum. Kabul de ediyorum.
Çünkü...
Resimdekini özlüyorum.
Dün gece test ettim kendimi. Sokağa çıktım. Bir kaç mekan dolaştım. Kafam dağılır belki dedim. Dediğim çıkmadı. Turuma House Cafe'de başladım. Ardından Novo'ya geçtim. Teğet geçtim ama çok durmadım. Mert Yücel İndigo'da çalıyordu. Gideceğime çok önce söz vermiştim. Gitmeyebilirdim. Gittim. Güzel çaldı. Novo'ya geri döndüm. Arkadaşlarım geldi yanıma. 3 kişi olduk. Oz-e, Nil ve ben. Lux'a gittik. Ali vardı. Hagop vardı. Fresh B vardı. U.F.U.K çaldı. Değişik çaldı. Güzeldi.
Son gecesinde Defne'yle olan bir arkadaş geldi yanıma. Onu en son sağ görenlerden. Onu kıskandım. Kızdım da ona. Üzgündü. "Yazını okudum. Ağladım ben de. O gece onunlaydım." dedi.
Kanatlı ayakkabıları vardı çocuğun. Adidas'tı galiba.
Uçarak uzaklaştı çocuk.
Çıkarken biri "Defneee" diye bağırdı beni görünce. Ben kimin bağırdığını görmedim. Alay mı etti, anlamadım. Belki bir arkadaşına seslendi. Belki bana öyle geldi
11:11'de gidelim dedik. Dediğimizi de yaptık. Çok eski tanırız Tangun'u, Kürşat'ı, Banu'yu, Mithat'ı, bütün ekibi. Kiwi'yi gördük. Kesmemiş bıyıkları. Komik heriftir Kiwi. Güzel mekandır 11:11.
Bu turu, bu mekanları, insanları şundan yazdım: Bazı geceler karşılaşırdık biz Defne'yle. Beraber çıkmasak da karşılaşırdık. Dünya küçük ya, İstanbul daha da küçük. Ne zaman gece dışarı çıksam, ne zaman hep aynı insanları görsem, İstanbul'da 15 milyon insanın yaşadığına inanmak daha da zor oluyor. Sanki 300 kişi yaşıyormuş gibi koca şehirde.
Gariptir, gözlerim aradı. Taradı ufaktan. Aptalca biliyorum. Çocukça.
Yaptım ama yine de. Zaten sürekli aptallıklar yapıyorum. Alışkınım. Şunu anladım ben dün gece, turumdan şunu çıkarttım: Uzun bir süre zihnim, algım 19 mayıslar, 10 kasımlar, 23 nisanlardaki televizyon ekranlarına benzeyecek.
Köşede bir Atatürk görseli ve Türk bayrağı olur ya; hep oradadır onlar.
Görüntüler değişir ekranda. Programlar değişir. Haber olur, spor olur, dizi olur, film, yarışma, güncel, reklamlar, tartışma ıvır olur zıvır olur, Atatürk'le bayrak hiç gitmez ya...
Öyle işte benim zihnim, algım bu aralar. Hep yaptığım şeyleri yapıyorum.
Tadım yok pek ama yapıyorum.
Yaptığım şeyleri yaparken ben, bir ekran var. Köşede bir resim var. Ne yapsam orada resim.
Biliyorum ne olup bittiğini. Niye orada olduğunu. Anlıyorum. Alışıyorum. Kabul de ediyorum.
Çünkü...
Resimdekini özlüyorum.
Cuma, Şubat 04, 2011
GARGAMEL ve AZMAN
"Her insan bir ülke" demiş ya biri. Bana demiş gibi geliyor, demediyse de ben diyorum: Her insan bir ülkedir. Benim ülkemde yas var hala. Bayraklar yarıda.
Daha iki gün oldu. İki gün yetti ama akbabalara.
Hemen başladı akbabaların bayramı. Bu yazı onlara. Özellikle ikisine. Biri ihtiyar. Diğeri daha genççe. Genç olan kilolu biraz. Gürbüz.
İki tane Yunus var burada: Biri onlara yumruk atmak istiyor. Yüzlerine en çok. Elleri kan içinde kalana kadar hem de.
Bu yazıyı öbür Yunus yazıyor.
Size, ikinize de, kızmıyorum bile dersem yalan söylemiş olurum. Ben de yalan söylerim tabi lakin azaltmaya çalışıyorum. Bırakabileceğimi sanmıyorum. Tek tük söylerim yine mutlaka arada.
İçkiyle kesin söylerim. Gece çıkınca söylerim. Güzel bir yemekten, güzel bir kadından sonra söylerim.
İlkellik(!) yapacağım şimdi: Fikrinize saygı duymuyorum. Fikrinizi benimsemesem de, fikrinizi ifade etmeniz gerektiğini sonuna kadar savunmuyorum. Fikrinizden de, ikinizden de nefret ediyorum. Midemi bulandırıyorsunuz. Sizden fiziksel olarak rahatsız oluyorum.
Zaten aslında yazdıklarınızda pek bir fikir de yok galiba.
Paranoyakça, gaddarca kurgulanmış bir saldırı var. Bir tane de değil, çoğul: Saldırılar var.
Yazdıklarınızı okurken bir John Grisham romanı okuyorum zanettim.
Film olur belki yakında yazılarınız. Küçük birer de rol verirler size. Ele ele oynarsınız.
Birinizin berbat bir kahkahası var. Yalandan. Plastik. Kiralanabilen bir kahkaha.
Diğeriniz de o bile yok.
Siz daha önce hiç öldünüz mü? Bence öldünüz. Öldünüz ve kimse umursamadı. Kimse fark etmedi. Kimse ağlamadı. Kimse gelmedi cenazenize. Hakkını helal etmedi. Ölümleriniz cesetlerinizden önce çürümeye başladı. Hemen unutuluverdiniz. Kahroldunuz.
Yapayalnız öldünüz!
Bu hıncınızı, bu robotik, bu makine soğukluğunuzu, bu gaddarlığınızı, bu anlamsız "farklılaşma" telaşınızı, bu zavallı hallerinizi başka türlü açıklayamıyorum çünkü.
Kıskançlık mı size yazdıklarınızı yazdıran? Bunları kulağınız şeytan mı fısıldadı?
Ne vaad etti size?
Sonsuzluk mu?
Ölümsüzlük mü?
Reklam mı yoksa?
En büyük vaadi de odur hep. Yazık, kanmasaydınız keşke. Kanmak istediniz ama öyle değil mi?
"Umursanmak", "Konuşulmak", "Gündem yaratmak" gibi saplantılarınız var çünkü.
Dur, bir de bir isim kullanıyorsunuz bu durum için : Ezber Bozan.
Yani böyle alışıldık olmayan, böyle, olaylara farklı perspektiflerden yaklaşan, sınırları zorlayan falan filan.
Beslenmek zorundasınız. Hepimiz gibi.
Lakin beslenme alışkanlıklarınız bizimkilerden çok başka.
Kötü besleniyorsunuz! Kötüden, kötülükten besleniyorsunuz. Dikkat edin bence! Vitamin alın. Daha çok meyve sebze yiyin. Süt, yumurta, beyaz peynir...Protein alın.Damar sağlığınıza da özen gösterin zira damarlarınızda akan sıvı damarlara hasar vermiş olabilir. Evet, sıvı dedim. Kan demedim.
Özellikle demedim.Kan olamaz çünkü. Benim aklımda böyle şey bir sıvı var: Yoğun, yapışkan...
Koyu renk bir sıvı. Kendi de koyu. Akmıyor kolay kolay.
KATRAN!
İyileşin. Bir an önce iyileşin!
Gazeteci, televizyon programcısı, gurme, şovmen, profesyonel jüri, spor yorumcusu kimliklerinizin çok dışında başka mesleklerinizi de öğrendik bu gün. Pek bir mutlu olduk. Belki hobinizdir. Bazıları da kelebek topluyor, kibrit çöpünden gemiler yapıyor.
Bu gün ayrıca ahlak polisi, narkotik polisi, olay yeri inceleme uzmanı, adli tıp uzmanı, teolog, pedagog olduğunuzu da öğrendik. Rahatladık.
Nefret ediyorum her kimliğinizden, halinizden.
Küçükken şirinleri izlerdim ben. Gargamel'e kızardım. Azmandan korkardım. Gargamel'in ve kedisinin şirinlerden ne istediğini anlayamazdım. Neyin peşinde olduklarını bilemezdim. Şirinleri yakalasalar, yeseler ellerine ne geçecekti çözemezdim.
Bu anlamsız, gayesiz kötülüklerini sevemezdim.
Her bölüm, "Bu bölüm belki vazgeçerler kötü olmaktan. iyi olur onlar da belki." derdim.
Çocukluk işte.
Onlar için dua ederdim.
Bilim bakalım şu an ne yapıyorum?
Sizin için dua ediyorum!
Daha iki gün oldu. İki gün yetti ama akbabalara.
Hemen başladı akbabaların bayramı. Bu yazı onlara. Özellikle ikisine. Biri ihtiyar. Diğeri daha genççe. Genç olan kilolu biraz. Gürbüz.
İki tane Yunus var burada: Biri onlara yumruk atmak istiyor. Yüzlerine en çok. Elleri kan içinde kalana kadar hem de.
Bu yazıyı öbür Yunus yazıyor.
Size, ikinize de, kızmıyorum bile dersem yalan söylemiş olurum. Ben de yalan söylerim tabi lakin azaltmaya çalışıyorum. Bırakabileceğimi sanmıyorum. Tek tük söylerim yine mutlaka arada.
İçkiyle kesin söylerim. Gece çıkınca söylerim. Güzel bir yemekten, güzel bir kadından sonra söylerim.
İlkellik(!) yapacağım şimdi: Fikrinize saygı duymuyorum. Fikrinizi benimsemesem de, fikrinizi ifade etmeniz gerektiğini sonuna kadar savunmuyorum. Fikrinizden de, ikinizden de nefret ediyorum. Midemi bulandırıyorsunuz. Sizden fiziksel olarak rahatsız oluyorum.
Zaten aslında yazdıklarınızda pek bir fikir de yok galiba.
Paranoyakça, gaddarca kurgulanmış bir saldırı var. Bir tane de değil, çoğul: Saldırılar var.
Yazdıklarınızı okurken bir John Grisham romanı okuyorum zanettim.
Film olur belki yakında yazılarınız. Küçük birer de rol verirler size. Ele ele oynarsınız.
Birinizin berbat bir kahkahası var. Yalandan. Plastik. Kiralanabilen bir kahkaha.
Diğeriniz de o bile yok.
Siz daha önce hiç öldünüz mü? Bence öldünüz. Öldünüz ve kimse umursamadı. Kimse fark etmedi. Kimse ağlamadı. Kimse gelmedi cenazenize. Hakkını helal etmedi. Ölümleriniz cesetlerinizden önce çürümeye başladı. Hemen unutuluverdiniz. Kahroldunuz.
Yapayalnız öldünüz!
Bu hıncınızı, bu robotik, bu makine soğukluğunuzu, bu gaddarlığınızı, bu anlamsız "farklılaşma" telaşınızı, bu zavallı hallerinizi başka türlü açıklayamıyorum çünkü.
Kıskançlık mı size yazdıklarınızı yazdıran? Bunları kulağınız şeytan mı fısıldadı?
Ne vaad etti size?
Sonsuzluk mu?
Ölümsüzlük mü?
Reklam mı yoksa?
En büyük vaadi de odur hep. Yazık, kanmasaydınız keşke. Kanmak istediniz ama öyle değil mi?
"Umursanmak", "Konuşulmak", "Gündem yaratmak" gibi saplantılarınız var çünkü.
Dur, bir de bir isim kullanıyorsunuz bu durum için : Ezber Bozan.
Yani böyle alışıldık olmayan, böyle, olaylara farklı perspektiflerden yaklaşan, sınırları zorlayan falan filan.
Beslenmek zorundasınız. Hepimiz gibi.
Lakin beslenme alışkanlıklarınız bizimkilerden çok başka.
Kötü besleniyorsunuz! Kötüden, kötülükten besleniyorsunuz. Dikkat edin bence! Vitamin alın. Daha çok meyve sebze yiyin. Süt, yumurta, beyaz peynir...Protein alın.Damar sağlığınıza da özen gösterin zira damarlarınızda akan sıvı damarlara hasar vermiş olabilir. Evet, sıvı dedim. Kan demedim.
Özellikle demedim.Kan olamaz çünkü. Benim aklımda böyle şey bir sıvı var: Yoğun, yapışkan...
Koyu renk bir sıvı. Kendi de koyu. Akmıyor kolay kolay.
KATRAN!
İyileşin. Bir an önce iyileşin!
Gazeteci, televizyon programcısı, gurme, şovmen, profesyonel jüri, spor yorumcusu kimliklerinizin çok dışında başka mesleklerinizi de öğrendik bu gün. Pek bir mutlu olduk. Belki hobinizdir. Bazıları da kelebek topluyor, kibrit çöpünden gemiler yapıyor.
Bu gün ayrıca ahlak polisi, narkotik polisi, olay yeri inceleme uzmanı, adli tıp uzmanı, teolog, pedagog olduğunuzu da öğrendik. Rahatladık.
Nefret ediyorum her kimliğinizden, halinizden.
Küçükken şirinleri izlerdim ben. Gargamel'e kızardım. Azmandan korkardım. Gargamel'in ve kedisinin şirinlerden ne istediğini anlayamazdım. Neyin peşinde olduklarını bilemezdim. Şirinleri yakalasalar, yeseler ellerine ne geçecekti çözemezdim.
Bu anlamsız, gayesiz kötülüklerini sevemezdim.
Her bölüm, "Bu bölüm belki vazgeçerler kötü olmaktan. iyi olur onlar da belki." derdim.
Çocukluk işte.
Onlar için dua ederdim.
Bilim bakalım şu an ne yapıyorum?
Sizin için dua ediyorum!
Çarşamba, Şubat 02, 2011
Defne "JOY"
Çok insanla tanıştım. Çoğunu unuttum çoktan. Onlar da beni unutmuştur eminim. Kızmam hiçbirine. Alınmam. Üstüme almam.
Hayat çok hızlı bir tren gibi.
Senin camından baktığın çok hızlı bir tren.
Ne çok şey görürsün o camdan. Ne azını hatırlarsın.
Seninle tanıştığım günü hatırlıyorum ben mesela.
Bilindik, alıştığımız "Tanışmalar"a benzemediğini hatırlıyorum. Bir "Buluşma" gibiydi daha çok. Bir "Kavuşma".
Beni, benim seni sevdiğim kadar sevdiğini gördüğümde çok rahatlamıştım. Çok korkmuştum beni sevmiyorsundur diye.
Dokunurdu öyle olsaydı.
Senin beni seviyor olman lazımdı.
İnsan yaşarken hep bir "Aferin" arar ya, toplar ya bulduklarını. Senin beni sevmen benim "Aferin"imdi.
Neden sevdiğini bimiyorsan gerçektir o.
Başka çaren yoksa eğer, sevmekten başka çaren yoksa gerçektir.
Ben bilmiyordum neden seni sevdiğimi.
"Başka" türlü bir kızdın sen. "I am a virgin, but this is a very old t-shirt" yazan bir tişörtün vardı.
Çok iyi yemek yapardın. Zetinyağlı fasulyeni hatırlıyorum.
Beslemeyi severdin. Misafiri severdin.
Sıkılınca "Sıkıldım.Git biraz." derdin.
Ben de giderdim.
Bazen sen söylemeden anlardım, giderdim.
Ayakkabılarımı giyerken ben, sen bana bakar, gülümserdin.
Parmak uçlarında kalkıp öperdin beni.Uzunum ya ben senden.
Yanağımdan öperdin.
Sırtımı sıvazlardın sonra.
Özleyince "Özledim.Gel artık" derdin.
Ben de gelirdim.
Bazen sen aramadan anlardım, gelirdim.
Ayakkabılarımı çıkartırken ben, sen bana bakar, gülümserdin.
"Hoş geldin" derdin. Derken, konuşmazdın.
"Hoş geldin" bakardın.
Çok yan yana uyuduk. Hiç sevişmedik. Kimseyi de inandıramadık.
Zaten bir müddet sonra inandırmaya da uğraşmadık.
Yan yana uyumaya devam ettik.
Kızardın bana.
"Oğlum sen salaksın.Sen salak mısın? Niye böylesin?" diye azarlardın.
"Peki sen niye böylesin?" dediğimde, susardın.
Ben çok özlerim seni Defne! Çok !
Uyandığımda öldüğünü duyacağımı bilseydim, uyanmazdım.
Bir daha yatsam, uyusam?
Sen dönene kadar uyanmasam?
Ağlamadım ilk duyduğumda, Defne.
Valla...Hiç ağlamadım.
Ama bak...
Şimdi ağlıyorum, Defne!
Çok ağlıyorum!
Hayat çok hızlı bir tren gibi.
Senin camından baktığın çok hızlı bir tren.
Ne çok şey görürsün o camdan. Ne azını hatırlarsın.
Seninle tanıştığım günü hatırlıyorum ben mesela.
Bilindik, alıştığımız "Tanışmalar"a benzemediğini hatırlıyorum. Bir "Buluşma" gibiydi daha çok. Bir "Kavuşma".
Beni, benim seni sevdiğim kadar sevdiğini gördüğümde çok rahatlamıştım. Çok korkmuştum beni sevmiyorsundur diye.
Dokunurdu öyle olsaydı.
Senin beni seviyor olman lazımdı.
İnsan yaşarken hep bir "Aferin" arar ya, toplar ya bulduklarını. Senin beni sevmen benim "Aferin"imdi.
Neden sevdiğini bimiyorsan gerçektir o.
Başka çaren yoksa eğer, sevmekten başka çaren yoksa gerçektir.
Ben bilmiyordum neden seni sevdiğimi.
"Başka" türlü bir kızdın sen. "I am a virgin, but this is a very old t-shirt" yazan bir tişörtün vardı.
Çok iyi yemek yapardın. Zetinyağlı fasulyeni hatırlıyorum.
Beslemeyi severdin. Misafiri severdin.
Sıkılınca "Sıkıldım.Git biraz." derdin.
Ben de giderdim.
Bazen sen söylemeden anlardım, giderdim.
Ayakkabılarımı giyerken ben, sen bana bakar, gülümserdin.
Parmak uçlarında kalkıp öperdin beni.Uzunum ya ben senden.
Yanağımdan öperdin.
Sırtımı sıvazlardın sonra.
Özleyince "Özledim.Gel artık" derdin.
Ben de gelirdim.
Bazen sen aramadan anlardım, gelirdim.
Ayakkabılarımı çıkartırken ben, sen bana bakar, gülümserdin.
"Hoş geldin" derdin. Derken, konuşmazdın.
"Hoş geldin" bakardın.
Çok yan yana uyuduk. Hiç sevişmedik. Kimseyi de inandıramadık.
Zaten bir müddet sonra inandırmaya da uğraşmadık.
Yan yana uyumaya devam ettik.
Kızardın bana.
"Oğlum sen salaksın.Sen salak mısın? Niye böylesin?" diye azarlardın.
"Peki sen niye böylesin?" dediğimde, susardın.
Ben çok özlerim seni Defne! Çok !
Uyandığımda öldüğünü duyacağımı bilseydim, uyanmazdım.
Bir daha yatsam, uyusam?
Sen dönene kadar uyanmasam?
Ağlamadım ilk duyduğumda, Defne.
Valla...Hiç ağlamadım.
Ama bak...
Şimdi ağlıyorum, Defne!
Çok ağlıyorum!