"Medeniyet" bir icattır.İnsan icadıdır. Spor gibi, demokrasi gibi, elektrik gibi.Bir ihtiyaçtan doğmuştur. Yemek gibi.Zor iştir. Kendi kendine olmaz.Efor ister her zor şey gibi. Gayret ister. Spor gibi.Bazı şeyler kendi kendine olur. Ayrık otu mesela.
Bir tercihtir medeniyet. Medeniyetsizliğe karşı isyandır.Medeniyetsizliği tercih etmemektir.Bir karardır. Medeni olmamayı istemediğine karar vermektir.Zor bir karardır."Ögrenmektir" medeniyet. Öğrenmeyi sevmektir. Öğrenmek de bir ihtiyaçtır.Öğrenmemeye isyandır.Öğrenmeden nasıl yaşar ki insan?
Bunu öğrenmesem de olur.
Sıraya girmeyi öğrenmektir medeniyet.Sıraya girmeyi ilkokulda öğretirler. Okul bahçesinde. Sek sek oynamayı, çizgiyi, sırayı aynı anda öğrenirsin.Sek sek oynamayı unutursun bir gün. Büyümekten vakit kalmaz sek sek oynamaya.Sıraya girmeyi çok sık hatırlarsın büyüdükçe. Her yerde çıkar karşına.Zıttı kaostur. Kaos zamanı yer bitirir.
Zaman da ince iştir. Nazlıdır. Bir gitti mi, gelmez.
Kaos ölümdür.İnsan yutan kumdur kaos.
Medeniyet zamanla arkadaştır oysa. Zamanla iyi anlaşır. Uyanıklığı, kurnazlığı öğrenirsin sonra sıraya girmekten, medeniyetten sıkılırsan. Bu da başka bir tercih mesela. Kötü bir tercih. Kolay ama nispeten. Medeniyet herkeslik bir şey değildir.Sıkar bazısını.Dikkat etmezsen, hayat çok kötü şeyler öğretir sana.Kötü şeyler daha çabuk öğrenilir.İnsan kötüye yatkındır, hazırdır.
Bir bütünün parçası olmaktır medeniyet. Bir düzenin, sistemin parçası olursun eğer istersen.Bazıları istemez.Bazıları güneş olmak ister hemen. Gezegen olmak istemez bazıları. Kendi güneşi, sistemi, gezegenleri olsun ister hep. Gezegen olmayı beğenmez. Diğer gezegenleri küçümser.
Medeniyet "zayıflıktır" kimine göre.Medeni olmayacak kadar güçlü sanır bazıları kendini.
Tembel insan sevmez medeniyeti.Medeniyet efor ister.Üşenir kimileri.Tembel insan işi değildir hiç.
Sek sek de oynayamaz onlar.
Salı, Aralık 23, 2014
Cumartesi, Eylül 20, 2014
KUYRUK
"Evrim" güzel kelime. Güzel tınlıyor. İyi hissettiriyor kelime olarak. Var böyle kelimeler.
"Doğum günü" gibi mesela.
Çağrışımı güzel evrimin. Seni çağırdığı yer güzel. Sana seslendiği yeri merak ediyorsun. Niye seslendiğini düşünüyorsun sana. Evrim diye bir kuzenim var benim. Ablası var. O da kuzenim. Eylem onun da adı. En küçükleri Ozan. 100 yıldır filan görmüyorum. Aynı kıtada yaşamıyoruz. Onların ülkesi bir kıta aynı zamanda.
Amcamı sevmem hiç.
Amcam babamı öldürdü benim.
Nasıl seveyim babamı öldüren birini?
Kuyruk kalsaydı keşke insanda. Kuyruğu olsaydı keşke insanın da. Daha rahat anlaşır mıydık acaba o zaman? Yani kuyruklu insanlar daha iyi mi anlaşırdı? Yoksa "insan", her zaman yaptığı gibi yine bir "yolunu bulur" muydu? O kuyruğu saklar mıydı insan? Kuyruğunu kontrol etmeyi de öğrenir miydi? İnsanı kuyruğu ile kandırmayı başarır mıydı? Anlaşamamayı öğrenir miydi yine de? Kılaflar dikerdi büyük ihtimalle kuyruğuna insan. Daha pahalı, daha moda, daha tarz, havalı kılıflar olurdu muhtemelen. İnsan, insanı "kuyruk kılıflarıyla" ölçer-biçerdi. En çok moda etkilenirdi belki kuyruktan.
Yeni bir şey bulmamız lazım anlaşmak için. Yeni bir iletişim icat etmek zorundayız gibi sanki. Onu da bozana kadar, anlaşırız belki biraz. Aynı fikirde olmak demek değil anlaşmak. Aynı fikirde olmadığını anlamak da anlaşmaktır.
Anlaşmak güzeldir. Doğum günleri gibi.
Koklamaya mı başlasak acaba birbirimizi? Ulu orta koklaşsak mı? Arkamızı, kıçımızı, kulaklarımızın arkasını mı koklasak? Kokuyu kontrol etmeyi öğrenene kadar işe yarar belki anlaşırken. Hoşlandıklarımızı yalasak mı gidip?
Minik minik, tatlı tatlı...ulu orta...
Daha az kokarız hem belki o zaman.
Çok kokuyoruz. Bu kadar kokmaya gerek yok.
Konuşmak bize fazla. Bilmiyoruz ki konuşmayı. Hafife alıyoruz. Konuşmadan duruyoruz. Konuşmayınca da; sadece duruyor oluyoruz. Biz sadece dururken de; zamanı kaçırıyoruz. Zaman çok fark attı bize. Aldı başını gitti. Fark açıldı. Kapanmaz artık. Durduğumuz yerde zamanı beklemekle olmaz. Zaman geri gelmez çünkü. Yapamaz. Teknik olarak mümkün değil bu. Şarkılarla falan bazen...ama o da kandırmaca. Zamanın sihirli tarafı o.
Bizim zamana gitmemiz lazım.
Koşarak...konuşarak...
Sesler çıkartmak bizimkisi.
Konuşmayı öğrenmemiz lazım.
"Doğum günü" gibi mesela.
Çağrışımı güzel evrimin. Seni çağırdığı yer güzel. Sana seslendiği yeri merak ediyorsun. Niye seslendiğini düşünüyorsun sana. Evrim diye bir kuzenim var benim. Ablası var. O da kuzenim. Eylem onun da adı. En küçükleri Ozan. 100 yıldır filan görmüyorum. Aynı kıtada yaşamıyoruz. Onların ülkesi bir kıta aynı zamanda.
Amcamı sevmem hiç.
Amcam babamı öldürdü benim.
Nasıl seveyim babamı öldüren birini?
Kuyruk kalsaydı keşke insanda. Kuyruğu olsaydı keşke insanın da. Daha rahat anlaşır mıydık acaba o zaman? Yani kuyruklu insanlar daha iyi mi anlaşırdı? Yoksa "insan", her zaman yaptığı gibi yine bir "yolunu bulur" muydu? O kuyruğu saklar mıydı insan? Kuyruğunu kontrol etmeyi de öğrenir miydi? İnsanı kuyruğu ile kandırmayı başarır mıydı? Anlaşamamayı öğrenir miydi yine de? Kılaflar dikerdi büyük ihtimalle kuyruğuna insan. Daha pahalı, daha moda, daha tarz, havalı kılıflar olurdu muhtemelen. İnsan, insanı "kuyruk kılıflarıyla" ölçer-biçerdi. En çok moda etkilenirdi belki kuyruktan.
Yeni bir şey bulmamız lazım anlaşmak için. Yeni bir iletişim icat etmek zorundayız gibi sanki. Onu da bozana kadar, anlaşırız belki biraz. Aynı fikirde olmak demek değil anlaşmak. Aynı fikirde olmadığını anlamak da anlaşmaktır.
Anlaşmak güzeldir. Doğum günleri gibi.
Koklamaya mı başlasak acaba birbirimizi? Ulu orta koklaşsak mı? Arkamızı, kıçımızı, kulaklarımızın arkasını mı koklasak? Kokuyu kontrol etmeyi öğrenene kadar işe yarar belki anlaşırken. Hoşlandıklarımızı yalasak mı gidip?
Minik minik, tatlı tatlı...ulu orta...
Daha az kokarız hem belki o zaman.
Çok kokuyoruz. Bu kadar kokmaya gerek yok.
Konuşmak bize fazla. Bilmiyoruz ki konuşmayı. Hafife alıyoruz. Konuşmadan duruyoruz. Konuşmayınca da; sadece duruyor oluyoruz. Biz sadece dururken de; zamanı kaçırıyoruz. Zaman çok fark attı bize. Aldı başını gitti. Fark açıldı. Kapanmaz artık. Durduğumuz yerde zamanı beklemekle olmaz. Zaman geri gelmez çünkü. Yapamaz. Teknik olarak mümkün değil bu. Şarkılarla falan bazen...ama o da kandırmaca. Zamanın sihirli tarafı o.
Bizim zamana gitmemiz lazım.
Koşarak...konuşarak...
Sesler çıkartmak bizimkisi.
Konuşmayı öğrenmemiz lazım.
Çarşamba, Eylül 10, 2014
MİKRO TÜRKİYE
Üstelik bu bizim petrolsüz halimiz. İyi ki petrol yok bizde. Bizi petrolden Allah korumuş. Petrol de olsaydı Türkün, Türkiyenin elinde...olabilecekleri düşünmek bile istemiyorum.
Bugünden daha pis, daha hoyrat, savruk, cahil, şımarık, analitikten uzak, saygısız, bencil, gelişime dirençli, estetikten yoksun olabilir miyiz diye düşünüyorum zaman zaman.
Korkuyorum! Bunu başarabilecek olmamızdan korkuyorum! Potansiyelimiz ve çirkine, avama olan düşkünlüğümüz korkutan beni. İstersek çıtayı buradan çok daha aşağı koyabiliriz.
Umarım istemeyiz. Umarım bu düşük seviyemiz hepimize yeter. Umarım daha da aşağıları hedeflemeyiz.
"Yeni Türkiye" bunu yapabilir çünkü. Yapabileceğini her gün görüyor,yaşıyorum.
Her gün yeni bir şeyden korkuyorum.
Mikro Türkiye.
Petrolden korumuş bizi Allah. Çok şükür!
İlkokul mezunu olması yeter bir kişiye, olup bitenlerin "tuhaf" gelmesi için. Okuma yazma bilmek yeter fark etmek için her yeri saran "anomaliyi". Ülkeye hakim olan hoyratlığı, savrukluğu, özensizliği çıplak gözle saptayabilir insan. Özel araç-gereçlere ihtiyaç yok "gerçeküstülükleri" tespit etmek için. Ülkemizde,sadece son 12 yılda değil, son 50 yılda belki; boşa harcanan para ve zamanla 3 tane orta avrupa ülkesi yapardık. Bunların 2'sini de sokardık AB'ye.
Müslüman da olsalar; sokardık.
Ülkemizi "makro" düzeyde anlamak için önümüzdeki mikro örneklere bakmak gerek.
Mesela FUTBOL. Mesela futbolumuz.
Mesela İzlanda-Türkiye maçı. Futbolumuzun içine düştüğü hali, "mikro ölçekte Türkiye" diye tanımlayabilirim ben. Maç öncesi, sırası ve sonrası...
Mikro Türkiye.
Maçtan önce küçümsenen,alay edilen hatta ezilen bir rakip: İZLANDA.
Yine üstünü başını DEV AYNASINDA düzelten bir TÜRKİYE.
İstatistik, veriler,bilgiler sadece sporda değil; her alanda doğru okunması gereken şifrelerdir.
Son maçımızdan önce 7 kez karşılaşmışız. 4 kez İzlanda, 1 kez biz kazanmışız. Şimdi durum 5'e 1 oldu.
Bu istatistiği, bu verileri,bu bilgileri; "RAHAT KAZANIRIZ" diye okuduk biz. Biz hala "daha iyi takımız". Hiç umursamadık yine bilimi. Bu umursamazlığa "duygusallık" diyoruz biz. Kaosu "enerji" sanıyoruz.
Mikro Türkiye.
Rakip son 3 yılda 100 basamaktan fazla yükselmiş FİFA sıralamasında. Dikkate almadık. Almayız!
Yanardağ daha önemliydi bizim için. Yanardağ daha "magazin" çünkü. Hikayesi daha sürükleyici. Bir de nüfusuna epey takıldık İzlanda'nın! "Nüfüsa" çok takılıyoruz biz.
Biz her yıl düşüyoruz o sıralamada. Ne önemi var! FİFA kim? UEFA zaten kulüp takımlarımızı bitirmek(!) istiyor! Üstünde durmadık yine "gerçeğin".
Mikro Türkiye.
Biz belgesel değil; roman seviyoruz. Bilim-kurguya düşkünüz. Gerçekle kurguyu ayırt edemiyoruz. Etmiyoruz! İnadına! Gerçek "işimize gelmiyor" hiç. Gerçeği bükemiyoruz çünkü! Ama kurgu elimizde! Ne istersek o oluyor elimizde kurgu! Kurgucuyuz çünkü. Olanı değil; olmasını istediğimizi anlatıyoruz. işte bunlar hep kurgu.
Mikro Türkiye.
Türkiye Futbol Direktörümüz Fatih Terim, maç analizinde(!), "rüzgar durdu 2. yarı" diyor. "Maç bitince yeniden başladı" diye de ekliyor yüzünde hınzır bir gülümsemeyle. Çünkü o Fatih Terim! Ondan hiçbir şey kaçamaz! Rüzgar da hesap verecek ona! Onun kendi adını taşıyan stadı, statları var! 2 tane! Rüzgar kim? Onun var mı statları?
O TÜRKİYE FUTBOL DİREKTÖRÜ. Maaşın yarısı ünvana gidiyor zaten. Aylık 400 bin lira normal bence. Hatta az! (bayramlarda ve 3 ayda bir, çift maaş da olmalı)
Mikro Türkiye.
"TRAFOYA KEDİ GİRDİ"
"RÜZGAR KESİLDİ"
Mikro Türkiye.
TFF elinden geleni de yapıyor oysa Türk futbolunu kalkındırmak için. YABANCI OYUNCU SAYISINI formülize ediyor. Henüz formülü tek seferde söyleyebilen bir kişiye rastlamadım ama ben. Zaten 6 ay sonra değişecek. Temelsiz çünkü.
Mikro Türkiye.
Kaybedilen bir başka sezon, bir başka yıl, bir başka servet olacak bu da. Avrupada başarısız geçen, hem milli takım hem kulüp takımları düzeyinde kaybedilen bir sezon.
Mikro Türkiye.
Garanti edebilir mi TFF bu yabancı oyuncu kuralının önümüzdeki 10 yıl boyunca değişmeyeceğini? 10 yıl gereken en az zamandır zira sonuç almak adına. Söz veriyor mu TFF? Bu "son karar" mı? Karar stabil mi? Sonraki federasyon başkanı,yönetimi bu "RADİKAL" uygulamayı devam ettirecek mi? İstikrar olacak mı?
Bir kararı, "atılımdan" ayıran şey istikrardır zira. İstikrar da "kararlılıktan" beslenir.
Bu güvence altına alındı mı? Sanmıyorum.
Mikro Türkiye.
Yarın sabah her şey değişebilir. Hiçbir işe yaramayacak bu "Yabancı oyuncu kısıtlaması". Çünkü ZEMİNSİZ. Tek sonucu; BAŞARISIZLIK, ZAMAN & PARA KAYBI OLACAK. Türk "topçusu" kendini 2,5 milyonu garanti para, maçı başı da 20 bin euroluk oyuncu sanmaya devam edip, kanacak kendine. Kandıracak! Üstelik vergi de vermeden yapacak bunu. TFF, futbolcu sendikası olmaktan öteye geçemeyecek.
RİVA TESİSLERİ eşsizmiş ama!
Öte yandan statlarımızın zeminleri ortada. Tarlalarda oynanıyor futbol ülkemizde. Statlarımız "iskambil kağıtlarından". Sadece fikirsel bir "zeminsizlikten" bahsedemeyiz.
Mikro Türkiye.
Unutmadan sevgili TFF! Başarısız, üstelik ÇOK BAŞARISIZ ve de HİÇ UMURSAMAYAN TAKIMLARIN TARAFTARI OLMAZ! Boşuna "proje(!)" filan geliştirmeyin.
Mikro Türkiye.
"Futbol lisesi" projesi, İmam Hatiplerle eşgüdümlü mü olacak acaba?
Mikro Türkiye.
Her alanda problem aynı: ALTYAPISIZLIK. Denetimsizlik, plansızlık, programsızlık, zeminsizlik, savrukluk, hoyratlık, şımarıklık, küstahlık, cürret, cehalet, estetiksizlik, iletişime kapalılık, bencillik, umursamazlık, sığlık...Bunlar alt kümeler.
Ana küme: GENETİK.
Mikro Türkiye.
Hedef şimdi ÇEK maçı olmalı. Kamp, kadro, bilimsellik, motivasyon, ülke sevgisi, profesyonellik, spor, başarı filan hepsi boşuna. Tek taktik var: AÇIK ÇEK!
Paraya "inanırız" biz en çok.
Mikro Türkiye.
Paraya taparız.
Bugünden daha pis, daha hoyrat, savruk, cahil, şımarık, analitikten uzak, saygısız, bencil, gelişime dirençli, estetikten yoksun olabilir miyiz diye düşünüyorum zaman zaman.
Korkuyorum! Bunu başarabilecek olmamızdan korkuyorum! Potansiyelimiz ve çirkine, avama olan düşkünlüğümüz korkutan beni. İstersek çıtayı buradan çok daha aşağı koyabiliriz.
Umarım istemeyiz. Umarım bu düşük seviyemiz hepimize yeter. Umarım daha da aşağıları hedeflemeyiz.
"Yeni Türkiye" bunu yapabilir çünkü. Yapabileceğini her gün görüyor,yaşıyorum.
Her gün yeni bir şeyden korkuyorum.
Mikro Türkiye.
Petrolden korumuş bizi Allah. Çok şükür!
İlkokul mezunu olması yeter bir kişiye, olup bitenlerin "tuhaf" gelmesi için. Okuma yazma bilmek yeter fark etmek için her yeri saran "anomaliyi". Ülkeye hakim olan hoyratlığı, savrukluğu, özensizliği çıplak gözle saptayabilir insan. Özel araç-gereçlere ihtiyaç yok "gerçeküstülükleri" tespit etmek için. Ülkemizde,sadece son 12 yılda değil, son 50 yılda belki; boşa harcanan para ve zamanla 3 tane orta avrupa ülkesi yapardık. Bunların 2'sini de sokardık AB'ye.
Müslüman da olsalar; sokardık.
Ülkemizi "makro" düzeyde anlamak için önümüzdeki mikro örneklere bakmak gerek.
Mesela FUTBOL. Mesela futbolumuz.
Mesela İzlanda-Türkiye maçı. Futbolumuzun içine düştüğü hali, "mikro ölçekte Türkiye" diye tanımlayabilirim ben. Maç öncesi, sırası ve sonrası...
Mikro Türkiye.
Maçtan önce küçümsenen,alay edilen hatta ezilen bir rakip: İZLANDA.
Yine üstünü başını DEV AYNASINDA düzelten bir TÜRKİYE.
İstatistik, veriler,bilgiler sadece sporda değil; her alanda doğru okunması gereken şifrelerdir.
Son maçımızdan önce 7 kez karşılaşmışız. 4 kez İzlanda, 1 kez biz kazanmışız. Şimdi durum 5'e 1 oldu.
Bu istatistiği, bu verileri,bu bilgileri; "RAHAT KAZANIRIZ" diye okuduk biz. Biz hala "daha iyi takımız". Hiç umursamadık yine bilimi. Bu umursamazlığa "duygusallık" diyoruz biz. Kaosu "enerji" sanıyoruz.
Mikro Türkiye.
Rakip son 3 yılda 100 basamaktan fazla yükselmiş FİFA sıralamasında. Dikkate almadık. Almayız!
Yanardağ daha önemliydi bizim için. Yanardağ daha "magazin" çünkü. Hikayesi daha sürükleyici. Bir de nüfusuna epey takıldık İzlanda'nın! "Nüfüsa" çok takılıyoruz biz.
Biz her yıl düşüyoruz o sıralamada. Ne önemi var! FİFA kim? UEFA zaten kulüp takımlarımızı bitirmek(!) istiyor! Üstünde durmadık yine "gerçeğin".
Mikro Türkiye.
Biz belgesel değil; roman seviyoruz. Bilim-kurguya düşkünüz. Gerçekle kurguyu ayırt edemiyoruz. Etmiyoruz! İnadına! Gerçek "işimize gelmiyor" hiç. Gerçeği bükemiyoruz çünkü! Ama kurgu elimizde! Ne istersek o oluyor elimizde kurgu! Kurgucuyuz çünkü. Olanı değil; olmasını istediğimizi anlatıyoruz. işte bunlar hep kurgu.
Mikro Türkiye.
Türkiye Futbol Direktörümüz Fatih Terim, maç analizinde(!), "rüzgar durdu 2. yarı" diyor. "Maç bitince yeniden başladı" diye de ekliyor yüzünde hınzır bir gülümsemeyle. Çünkü o Fatih Terim! Ondan hiçbir şey kaçamaz! Rüzgar da hesap verecek ona! Onun kendi adını taşıyan stadı, statları var! 2 tane! Rüzgar kim? Onun var mı statları?
O TÜRKİYE FUTBOL DİREKTÖRÜ. Maaşın yarısı ünvana gidiyor zaten. Aylık 400 bin lira normal bence. Hatta az! (bayramlarda ve 3 ayda bir, çift maaş da olmalı)
Mikro Türkiye.
"TRAFOYA KEDİ GİRDİ"
"RÜZGAR KESİLDİ"
Mikro Türkiye.
TFF elinden geleni de yapıyor oysa Türk futbolunu kalkındırmak için. YABANCI OYUNCU SAYISINI formülize ediyor. Henüz formülü tek seferde söyleyebilen bir kişiye rastlamadım ama ben. Zaten 6 ay sonra değişecek. Temelsiz çünkü.
Mikro Türkiye.
Kaybedilen bir başka sezon, bir başka yıl, bir başka servet olacak bu da. Avrupada başarısız geçen, hem milli takım hem kulüp takımları düzeyinde kaybedilen bir sezon.
Mikro Türkiye.
Garanti edebilir mi TFF bu yabancı oyuncu kuralının önümüzdeki 10 yıl boyunca değişmeyeceğini? 10 yıl gereken en az zamandır zira sonuç almak adına. Söz veriyor mu TFF? Bu "son karar" mı? Karar stabil mi? Sonraki federasyon başkanı,yönetimi bu "RADİKAL" uygulamayı devam ettirecek mi? İstikrar olacak mı?
Bir kararı, "atılımdan" ayıran şey istikrardır zira. İstikrar da "kararlılıktan" beslenir.
Bu güvence altına alındı mı? Sanmıyorum.
Mikro Türkiye.
Yarın sabah her şey değişebilir. Hiçbir işe yaramayacak bu "Yabancı oyuncu kısıtlaması". Çünkü ZEMİNSİZ. Tek sonucu; BAŞARISIZLIK, ZAMAN & PARA KAYBI OLACAK. Türk "topçusu" kendini 2,5 milyonu garanti para, maçı başı da 20 bin euroluk oyuncu sanmaya devam edip, kanacak kendine. Kandıracak! Üstelik vergi de vermeden yapacak bunu. TFF, futbolcu sendikası olmaktan öteye geçemeyecek.
RİVA TESİSLERİ eşsizmiş ama!
Öte yandan statlarımızın zeminleri ortada. Tarlalarda oynanıyor futbol ülkemizde. Statlarımız "iskambil kağıtlarından". Sadece fikirsel bir "zeminsizlikten" bahsedemeyiz.
Mikro Türkiye.
Unutmadan sevgili TFF! Başarısız, üstelik ÇOK BAŞARISIZ ve de HİÇ UMURSAMAYAN TAKIMLARIN TARAFTARI OLMAZ! Boşuna "proje(!)" filan geliştirmeyin.
Mikro Türkiye.
"Futbol lisesi" projesi, İmam Hatiplerle eşgüdümlü mü olacak acaba?
Mikro Türkiye.
Her alanda problem aynı: ALTYAPISIZLIK. Denetimsizlik, plansızlık, programsızlık, zeminsizlik, savrukluk, hoyratlık, şımarıklık, küstahlık, cürret, cehalet, estetiksizlik, iletişime kapalılık, bencillik, umursamazlık, sığlık...Bunlar alt kümeler.
Ana küme: GENETİK.
Mikro Türkiye.
Hedef şimdi ÇEK maçı olmalı. Kamp, kadro, bilimsellik, motivasyon, ülke sevgisi, profesyonellik, spor, başarı filan hepsi boşuna. Tek taktik var: AÇIK ÇEK!
Paraya "inanırız" biz en çok.
Mikro Türkiye.
Paraya taparız.
Çarşamba, Eylül 03, 2014
DOĞUM GÜNÜ AŞURESİ
Dün doğum gününmüş. Unutmadım. Çünkü bilmiyordum. Zaten hiç hatırlamayacaktım. Çünkü bilmiyordum. Bilmeden bir şeyi hatırlayamazdım. Unutsaydım...O kötü olurdu işte. Çirkin olurdu o! Benim için yani. Biliyor olurdum çünkü o zaman doğum gününü. İnsan bildiği şeyleri unutabilir ancak.
Biliyor ve unutuyor olurdum.
Yine de üzüldüm ama unuttuğum için doğduğun günü. Kızdım bana. "Bilseydim keşke" dedim doğum gününü. Bilseydim ve hatırlasaydım.
Kızdın mı?
Keşke öldüğün günü de hatırlamasam! Bilmeseydim keşke o günü! Hiç olmasaydı!
Biliyorum ve unutamıyorum.
Ben o 2 günün arasındaki günleri, senle olanlarını seviyorum. Onlardan çok hatırlıyorum. Bir tanesi "aşureli".
Aşure getirmiştin bana bir kere. Sabaha karşı 4 müydü? Nişantaşından Fulyaya gelmiştin. Yürüyerek. Elinde aşure. Ben yerken, sen koltukta oturdun. Yerken seyrettin beni. Sonra gittin. Kaseni de aldın giderken.
"Güzel olmuş!" dedim ben sana. Sen bana bir şey sormadın. Gülerdik aşureye. "İçinde nohut olan tatlı!" derdik. En çok da nohutlarını severdim ama ben. Zaten her fırsatta , her şeye gülerdik. Bugünün tarihini bile bilmiyorum Defne. Bugün de başkalarının doğum günüdür muhakkak.
Bugün, bugünün tarihine gerek duymadım hiç. Evden çıkmadım hiç bugün. Evde klima var. Gürültülü ama. Kızardın sen olsaydın klimaya. Ben de kızıyorum.
Biz aynı şeylere kızardık.
Ama soğutuyor da bir yandan gürültü yaparken. Ev serin ve gürültülü.
Kızardın ama yine de sen olsaydın.
İnsan evde neden o günün tarihine ihtiyaç duysun ki? Evde pek işe yaramaz tarih filan.
Benden bir yaş büyük olacaktın dün. Aramızda kalırdı bu ama, merak etme.
Kızdın mı? Doğru söyle?
Ben sadece annemin doğum gününü biliyorum. O da 1 mayıs diye. Sen zaten biliyorsun ama doğum gününü bilmediğimi. Annemin doğum gününü bilmediğimi de biliyor musun?
Bugün 3'üymüş. Az önce gördüm.
Evdeyim hala.
İyi ki doğdun Defne!
Keşke ölmeseydin! Aşure yapsaydın...Gülseydik yine.
Biliyor ve unutuyor olurdum.
Yine de üzüldüm ama unuttuğum için doğduğun günü. Kızdım bana. "Bilseydim keşke" dedim doğum gününü. Bilseydim ve hatırlasaydım.
Kızdın mı?
Keşke öldüğün günü de hatırlamasam! Bilmeseydim keşke o günü! Hiç olmasaydı!
Biliyorum ve unutamıyorum.
Ben o 2 günün arasındaki günleri, senle olanlarını seviyorum. Onlardan çok hatırlıyorum. Bir tanesi "aşureli".
Aşure getirmiştin bana bir kere. Sabaha karşı 4 müydü? Nişantaşından Fulyaya gelmiştin. Yürüyerek. Elinde aşure. Ben yerken, sen koltukta oturdun. Yerken seyrettin beni. Sonra gittin. Kaseni de aldın giderken.
"Güzel olmuş!" dedim ben sana. Sen bana bir şey sormadın. Gülerdik aşureye. "İçinde nohut olan tatlı!" derdik. En çok da nohutlarını severdim ama ben. Zaten her fırsatta , her şeye gülerdik. Bugünün tarihini bile bilmiyorum Defne. Bugün de başkalarının doğum günüdür muhakkak.
Bugün, bugünün tarihine gerek duymadım hiç. Evden çıkmadım hiç bugün. Evde klima var. Gürültülü ama. Kızardın sen olsaydın klimaya. Ben de kızıyorum.
Biz aynı şeylere kızardık.
Ama soğutuyor da bir yandan gürültü yaparken. Ev serin ve gürültülü.
Kızardın ama yine de sen olsaydın.
İnsan evde neden o günün tarihine ihtiyaç duysun ki? Evde pek işe yaramaz tarih filan.
Benden bir yaş büyük olacaktın dün. Aramızda kalırdı bu ama, merak etme.
Kızdın mı? Doğru söyle?
Ben sadece annemin doğum gününü biliyorum. O da 1 mayıs diye. Sen zaten biliyorsun ama doğum gününü bilmediğimi. Annemin doğum gününü bilmediğimi de biliyor musun?
Bugün 3'üymüş. Az önce gördüm.
Evdeyim hala.
İyi ki doğdun Defne!
Keşke ölmeseydin! Aşure yapsaydın...Gülseydik yine.
Pazar, Ağustos 31, 2014
MOR İNSANLAR
yazı sevmiyorum. İyi yüzemediğim için belki de.
Yaz benim mevsimim değil. Yavaş çünkü. Ağır.Sıcaktan belki de.Bir uyuşukluk mevsimi yaz. Herkes, her şey yavaşlıyor. "Duran" şeyler var hatta. Ben sevmiyorum duran şeyleri. Kendimde durmuyorum kolay kolay.Pelte gibi oluyor insanlar yaz olunca.Sıcaktan belki de.Zaten çok hazır insan pelte olmaya. Bahane lazım sadece. O bahane uzun sürüyor.
Suçu yaza atıyor insan. Zaten o kadar hazır ki herkes suçu başkalarına, başka şeylere atmaya. Alışamadım buna hala. O kadar insan tanıdım, hala alışamadım. Tanıdığım bir çokları, hayal kırıklığı zaten. Baştan sona, ayaktan başa hayal kırıklığı.
Ben sıkılıyorum tatilde çok. Güneşlenirken sıkılıyorum. Çok sıcak oluyor güneşlenmek.
Gölgesi bile 40 derece yazın.
İş gibi güneşlenenler var. Yanmayı seviyor onlar çok. Mor oluyor onların rengi. Onlar bronz sanıyor.
Suçluluk duyarım ben tatilde. Başka bir şey yapmamak ya tatil biraz da; ondan herhalde. Tatilde tatil yapar insan. Ben sadece tatil yapamıyorum. Hakkım yok sadece tatil yapmaya. Başkasının tatilini çalıyorum sanki tatil yaparken.Kendime acıyorum güneşlenirken. Canım da acıyor öte yandan. Buruşuyorum. Buruşuk bir insan oluyorum.
Sıcaktan belki de.
Mor insan olmak istemiyorum ben.Vitamin olarak seviyorum ama güneşi. En iyi avuç içinden alınırmış güneş vitamini. Bazan avucuna sığarmış gibi geliyor mu sana da?
Güneş tutarlı. Hep orda. Sen görsen de, görmesen de asılı bekliyor seni. Birileri mutlaka görüyor onu. Her şey sırayla.
Ben kışı severim. Yaz da bilir bunu.Soğuk severim ben. Yaz soğuk değil.Soğuk dirençtir. İnsanı uyarır. Dürter.Kıştır benim mevsimim.
İyi yüzemem de ben. Acıklı olurum suda. Suya yakışmam pek. Karada daha iyiyim.
Kış yaz kadar uzun sürmez. Durmaz insanlar, işler kışın. Çok kar bazen.asfalt donar. Buz kayar.
Bir zincire bakar hareket. Hızlıdır kış.
Tabi eğer ayı değilsen. Ayılar uyur kışın. Hiç çişe kalkmazmış ayılar uyurken.
Sevmiyorlar acaba kışı ayılar? Kürkleri de var oysa. Kışın en havalı hayvanıdır kürklü olanlar.
Soğuğu severim ben. Üşümektir canımı sıkan.
O da iyi, kalınca bir paltoya bakar!
Yaz benim mevsimim değil. Yavaş çünkü. Ağır.Sıcaktan belki de.Bir uyuşukluk mevsimi yaz. Herkes, her şey yavaşlıyor. "Duran" şeyler var hatta. Ben sevmiyorum duran şeyleri. Kendimde durmuyorum kolay kolay.Pelte gibi oluyor insanlar yaz olunca.Sıcaktan belki de.Zaten çok hazır insan pelte olmaya. Bahane lazım sadece. O bahane uzun sürüyor.
Suçu yaza atıyor insan. Zaten o kadar hazır ki herkes suçu başkalarına, başka şeylere atmaya. Alışamadım buna hala. O kadar insan tanıdım, hala alışamadım. Tanıdığım bir çokları, hayal kırıklığı zaten. Baştan sona, ayaktan başa hayal kırıklığı.
Ben sıkılıyorum tatilde çok. Güneşlenirken sıkılıyorum. Çok sıcak oluyor güneşlenmek.
Gölgesi bile 40 derece yazın.
İş gibi güneşlenenler var. Yanmayı seviyor onlar çok. Mor oluyor onların rengi. Onlar bronz sanıyor.
Suçluluk duyarım ben tatilde. Başka bir şey yapmamak ya tatil biraz da; ondan herhalde. Tatilde tatil yapar insan. Ben sadece tatil yapamıyorum. Hakkım yok sadece tatil yapmaya. Başkasının tatilini çalıyorum sanki tatil yaparken.Kendime acıyorum güneşlenirken. Canım da acıyor öte yandan. Buruşuyorum. Buruşuk bir insan oluyorum.
Sıcaktan belki de.
Mor insan olmak istemiyorum ben.Vitamin olarak seviyorum ama güneşi. En iyi avuç içinden alınırmış güneş vitamini. Bazan avucuna sığarmış gibi geliyor mu sana da?
Güneş tutarlı. Hep orda. Sen görsen de, görmesen de asılı bekliyor seni. Birileri mutlaka görüyor onu. Her şey sırayla.
Ben kışı severim. Yaz da bilir bunu.Soğuk severim ben. Yaz soğuk değil.Soğuk dirençtir. İnsanı uyarır. Dürter.Kıştır benim mevsimim.
İyi yüzemem de ben. Acıklı olurum suda. Suya yakışmam pek. Karada daha iyiyim.
Kış yaz kadar uzun sürmez. Durmaz insanlar, işler kışın. Çok kar bazen.asfalt donar. Buz kayar.
Bir zincire bakar hareket. Hızlıdır kış.
Tabi eğer ayı değilsen. Ayılar uyur kışın. Hiç çişe kalkmazmış ayılar uyurken.
Sevmiyorlar acaba kışı ayılar? Kürkleri de var oysa. Kışın en havalı hayvanıdır kürklü olanlar.
Soğuğu severim ben. Üşümektir canımı sıkan.
O da iyi, kalınca bir paltoya bakar!
Çarşamba, Ağustos 06, 2014
ÇIPLAK YÜZMEK
Yalnızlığıma düşkünüm. Epey düşkünüm hem de.Daha iyi biri oluyorum yalnızken. Ya da daha kötü.
Yalnızlığın en güzel tarafı da bu: Kimseye hesap vermiyorum yalnızken.Kollarım yalnızlığımı ben. O da beni kollar. Ona özel zaman ayırırım. Yalnız kalmak için çaba harcarım. Zaman ararım. Zaman bulurum.Zaman yaratırım bulamazsam da yalnız olmak için zaman bulamazsam.
Herkes biraz mucittir. Hayat yapar bunu. İnsanı mucit yapar hayat.
Yalnız "kalmaktan" çok; yalnız "olurum". Bilerek. İsteyerek.Kimseye zararım dokunmaz yalnızken. Kimseye acı vermem. Kimseyi üzmem.Kimseyi ağlatmam. Kendim ağlarım gerekirse. Gerekir bazan.
Konuşuruz biz. Dertleşiriz. En güzel kahve, kendinle içtiğin kahve değil midir?
Aramızda hallederiz her şeyi.
Kimseyi sokmayız aramıza. 3. birine yer olmaz yalnızken.Sesli konuşuruz. Soru sorarım, cevap verir. Bazen yer değiştiririz. Cevap veren ben olurum.Dürüst bir şeydir yalnızlık. Dürüst çok az şey kaldı.
İnsan kendini kandıramaz. Kandırdım sanar ama kandıramaz.İnsan kendinden ne kadar uzağa gidebilir ki?Kendini geçip gidebildiğin bir hız icat etmediler daha
Kendine yalan söyleyemezsin yalnızken. Denersin. Ama olmaz; yapamazsın. "Yaptım" sanırsın. Sonra en beklemediğin anda bulur seni. Uyumadan hemen önce mesela. Karanlıkta. Karanlıkta görür yalnızlık. Daha çok görür hatta. Daha hızlıdır karanlıkta.Söylesen de yine kendin yakalarsın kendini.
Hiç sıkılmam ben yalnızken. Sıkılmayız biz.Susarız en fazla.
"Niye susuyorsun?" demeyiz. Susmaktan sıkılınca konuşuruz. "Ne çok konuştun!" demeyiz çok konuşursak. Ya da deriz. Ve bu kimseyi ilgilendirmez.
Aramızda çözeriz her şeyi.En saf, en rafine halidir insanın yalnızlık.
Çıplak yüzmek gibidir. Ay ışığında. Zaten insan niye giyinik yüzer ki?
En korunaklı yeridir kişinin yalnızlığı. En güvenli ülkesi.
Kimse bulamaz onu orada.
Yalnızlığın en güzel tarafı da bu: Kimseye hesap vermiyorum yalnızken.Kollarım yalnızlığımı ben. O da beni kollar. Ona özel zaman ayırırım. Yalnız kalmak için çaba harcarım. Zaman ararım. Zaman bulurum.Zaman yaratırım bulamazsam da yalnız olmak için zaman bulamazsam.
Herkes biraz mucittir. Hayat yapar bunu. İnsanı mucit yapar hayat.
Yalnız "kalmaktan" çok; yalnız "olurum". Bilerek. İsteyerek.Kimseye zararım dokunmaz yalnızken. Kimseye acı vermem. Kimseyi üzmem.Kimseyi ağlatmam. Kendim ağlarım gerekirse. Gerekir bazan.
Konuşuruz biz. Dertleşiriz. En güzel kahve, kendinle içtiğin kahve değil midir?
Aramızda hallederiz her şeyi.
Kimseyi sokmayız aramıza. 3. birine yer olmaz yalnızken.Sesli konuşuruz. Soru sorarım, cevap verir. Bazen yer değiştiririz. Cevap veren ben olurum.Dürüst bir şeydir yalnızlık. Dürüst çok az şey kaldı.
İnsan kendini kandıramaz. Kandırdım sanar ama kandıramaz.İnsan kendinden ne kadar uzağa gidebilir ki?Kendini geçip gidebildiğin bir hız icat etmediler daha
Kendine yalan söyleyemezsin yalnızken. Denersin. Ama olmaz; yapamazsın. "Yaptım" sanırsın. Sonra en beklemediğin anda bulur seni. Uyumadan hemen önce mesela. Karanlıkta. Karanlıkta görür yalnızlık. Daha çok görür hatta. Daha hızlıdır karanlıkta.Söylesen de yine kendin yakalarsın kendini.
Hiç sıkılmam ben yalnızken. Sıkılmayız biz.Susarız en fazla.
"Niye susuyorsun?" demeyiz. Susmaktan sıkılınca konuşuruz. "Ne çok konuştun!" demeyiz çok konuşursak. Ya da deriz. Ve bu kimseyi ilgilendirmez.
Aramızda çözeriz her şeyi.En saf, en rafine halidir insanın yalnızlık.
Çıplak yüzmek gibidir. Ay ışığında. Zaten insan niye giyinik yüzer ki?
En korunaklı yeridir kişinin yalnızlığı. En güvenli ülkesi.
Kimse bulamaz onu orada.
Salı, Temmuz 29, 2014
GERÇEK İYİ
İyilik yapmak, kan vermeye, organ bağışlamaya benzer. Verdiğin kanın, bağışladığın organın kime gideceğini hesaplayarak kan veremezsin, organ bağışlayamazsın. Senin değildir artık o kan, o organ.
Belki bir hırsıza vermişsindir kanını. Belki bir tecavüzcü kabul eder bağışını. Sen bunlarla ilgilenemezsin. Sen bunlarla ilgilenmemelisin. Sana düşen; kanını vemektir. Senin yapacağın şey en fazla organlarını bağışlamaktır. Gerisine karışamazsın. Gerisine karışmamalısın.
Karşılığında huzur alırsın azıcık. Vicdanın rahatlar biraz.
Kim bilir; belki sen de kötüsündür. Kimin kan vereceğine, kimin organlarını bağışlayacağına karışabilir misin? Kimi zaman en büyük bencilliktir kan vermek, organ bağışlamak. Tam tersi gibi algılansa da. Tam aksi söylense de.
Kendi vicdanını kendi kanınla temizlersin. Bağış sana gider aslında.
İyilik yapan biriysen, iyi biriysen; iyi olmak dışında yapabileceğin bir şey yoktur. Hesap kitap yapamaz gerçek iyiler. Matematikleri kalpleri kadar iyi değildir. Zamanlarını iyiliğe ayırırlar.
Ticareti olmaz iyiliğin. Rant olur o. Menfate olur. İyiliğin en çirkin halleridir bunlar. Tüccar olamaz gerçekten iyi olanlar.
Senin muhattabın "iyiliğin" kendisidir, gerçek iyi olmak istersen. İyiliği kimin için yaptığını, yaptığın iyiliğin gittiği yeri umursamazsın. İyiliğin gittiği kişi onunla ne yapar, onu nasıl kullanır buna aldırış etmezsin gerçek iyi olmak istersen eğer. İyilikten bir karşılık beklemezsin.
Tek taraflıdır çoğu zaman ilişkiniz.
İyilik sana döner mi, dönmez mi, umursamazsın. Camda beklemezsin. Kulağın telefonda, gözün televizyonda olmaz iyilikten sonra. Belki bir yorgunluk olur ama. İyilik yorar insanı. Omuzlarına hafiten bir yük biner. Huzurdur yükün adı. Sonra hemen alışırsın o yüke. Yük hafifler zamanla sen iyi oldukça. Daha çok yük biner omuzlarına, sen hafiflersin. Yüke alışır; bağlanırsın.
İyilik kanına bir girdimi...
Koşarsın omuzunda, sırtında yüklerle. Dağ tepe tırmanırsın.
Aslında sen bir şey de "yapmazsın". Sen "iyilik yapmazsın" aslında. Gerçek iyilik "yapılmaz". Kendi kendine olur "iyilik". Olduktan sonra da seni hiç ilgilendirmez. Senle bağını koparır. Sadece vücudunu, aklını, kalbini kullanmıştır "olurken". Sen kuluçkadasındır. Zamanı gelir; seni terk eder, gider. Sesini çıkarmazsın.
Koşarsın.
Aklın arkada kalmaz koşarken eğer "gerçek iyisen". Sadece koşarsın. Aklın arkada kalırsa yavaşlarsın. Yavaşlarsan; sana gelmez artık "iyi". Seni kullanmaz artık.
Yavaşlarsın.
"Herkes" olursun. Herkes gibi yavaşlarsın. En son ne zaman arkasına bakmadan koşan birini gördün?
Denersin sen de "gerçek iyi" olmayı. Herkes dener. Herkes başardığını, "gerçek iyi" olduğunu sanır. Hızına kimse bakmaz. Sorsan; hepimiz peygamberiz.
Ben de denedim. Deniyorum. Ama olamıyorum. Bazen yaklaşıyorum. Koşar gibi oluyorum.
Sonra "arkama bakıyorum".
Önüme döndüğümde; "Herkes" oluyorum.
KAMASUTRA
Her gün bir şeylerin "DOZU" artıyor ülkemizde. Her gün bir şeyler "SERTLEŞİYOR".
Mesela her sabah içtiğim kahve!
Her sabah içtiğim kahvenin dozu artıyor ülkemizde. Her sabah sertleşiyor kahvem.
Başka türlü uyanamıyorum.
Kafein hapına mı başlasam?
Direkt burundan mı çeksem kafeini?
Kahveyi direkt damardan mı alsam?
Beynimi daha hızlı uyarmak,uyandırmak için yeni yollar bulmalıyım.
Uyuşturmak için ellerinden geleni yapıyor çünkü birileri beynimi.
Beni "oyalıyorlar". Kandırmaya çalışıyorlar.
Her gün kutudan, o karanlık kutudan yeni bir şey çıkarıyor birileri.
Kutudan en son çıkan; "TOPLULUK İÇİNDE KAHKAHA ATAN KADIN, İFFETSİZDİR" önermesi.
Bu zihin açıcı, izleyenleri hayrete düşüren, ödünü patlatan bu ilüzyonu kutudan çıkaran da MUHTEŞEM ARINÇ!
Gösteri devam ediyor.
Ve maalesef gösteri çok sahici. Ciddiler.
Tüm olanların,söylenenleri,yaşanan ve yaşatılanların "Büyük Planın" uzantısı olduğunu düşünüyorum.
"HEPİMİZİ DELİRTME PLANI".
Amaç, ülkeyi akıl hastalarıyla doldurmak.
"Yeni Türkiye" dedikleri; TIMARHANE olmasın?
"Büyük Plan" devrede. Saat gibi işliyor. Her gün, her saat yeni bir hamle görüyor,duyuyoruz. Hepimizi çaresiz, hareketsiz bırakan hamleler. Felç olduk çoktan. Beynimizden aşağısı felç!Kıpırdayamıyoruz. Olduğumuz yere çivilendik. Buna rağmen zamanda 1500 yıl geriye gittik. Bu nasıl başardık?
Bir insan böyle bir şeyi niye söyler? Bir insan, bir bayram günü, 2014 yılında neden "Topluluk içinde kahkaha atan kadın iffetsizdir" der? Konu buraya nasıl ve neden gelir? Hangi ihtiyacın, yokluğun, sorunun cevabıdır bu?
Bu cevap zaten başlı başına bir sorundur.
Sorunnun kendisi olanlar; hiç bir sorunu çözemezler.
Sorun bu.
Böyle bir önerme nasıl "açıklama" olur. Zaten aslında bu bir "önerme" de değil. Bu bir "zırva".
Böyle bir şeyi, bir devlet adamı, bir devlet büyüğü, bir siyasetçi, bir bürokrat, aklı başında herhangi biri nasıl "açıklar"?
Herkesten önce, her şeyden önce bunu kendine nasıl açıklar akıl sağlığı yerinde olan biri?
Bunları gerçekten soruyorum. Anlamak için. Anlatmak için.
Anlamak için sorar insan. Bazen de anlatmak için.
Bazı sorular cevaptır.
Ben 38 buçuk yaşımdayım. Heteroseksüelim. Epey heteroseksüelim üstelik. Kadına çok büyük zaafım var. Hayatımda büyük bir yeri var kadınların. Hayatımın en önemli insanı bir kadın.
Sağlıklıyım. Epey sağlıklıyım. Aşırı sağlıklıyım üstelik.
Bekarım. Epey bekarım. Aşırı bekarım. Bu kadar bekar olmaya gerek yok aslında.
Günde 2 saat filan uyuyorum. Geri kalan 22 saat içinde, ben bu kadar aklıma düşürmüyorum "Kadını ve seksi".
Çünkü sağlıklıyım ben. "TAMAMIM".
Bu kadar çok seks ve kadına ayıracak vaktim yok çünkü. Ve ben bir ülke, bir millet, bir devlet de yönetmiyorum üstelik.
Üstelik ben işsizim. Hiç işim yok.
Çok vaktim var. Lakin hiç boş vaktim yok.
Vakit 2014 oldu.
Çoğumuzun haberi yok!
Mesela her sabah içtiğim kahve!
Her sabah içtiğim kahvenin dozu artıyor ülkemizde. Her sabah sertleşiyor kahvem.
Başka türlü uyanamıyorum.
Kafein hapına mı başlasam?
Direkt burundan mı çeksem kafeini?
Kahveyi direkt damardan mı alsam?
Beynimi daha hızlı uyarmak,uyandırmak için yeni yollar bulmalıyım.
Uyuşturmak için ellerinden geleni yapıyor çünkü birileri beynimi.
Beni "oyalıyorlar". Kandırmaya çalışıyorlar.
Her gün kutudan, o karanlık kutudan yeni bir şey çıkarıyor birileri.
Kutudan en son çıkan; "TOPLULUK İÇİNDE KAHKAHA ATAN KADIN, İFFETSİZDİR" önermesi.
Bu zihin açıcı, izleyenleri hayrete düşüren, ödünü patlatan bu ilüzyonu kutudan çıkaran da MUHTEŞEM ARINÇ!
Gösteri devam ediyor.
Ve maalesef gösteri çok sahici. Ciddiler.
Tüm olanların,söylenenleri,yaşanan ve yaşatılanların "Büyük Planın" uzantısı olduğunu düşünüyorum.
"HEPİMİZİ DELİRTME PLANI".
Amaç, ülkeyi akıl hastalarıyla doldurmak.
"Yeni Türkiye" dedikleri; TIMARHANE olmasın?
"Büyük Plan" devrede. Saat gibi işliyor. Her gün, her saat yeni bir hamle görüyor,duyuyoruz. Hepimizi çaresiz, hareketsiz bırakan hamleler. Felç olduk çoktan. Beynimizden aşağısı felç!Kıpırdayamıyoruz. Olduğumuz yere çivilendik. Buna rağmen zamanda 1500 yıl geriye gittik. Bu nasıl başardık?
Bir insan böyle bir şeyi niye söyler? Bir insan, bir bayram günü, 2014 yılında neden "Topluluk içinde kahkaha atan kadın iffetsizdir" der? Konu buraya nasıl ve neden gelir? Hangi ihtiyacın, yokluğun, sorunun cevabıdır bu?
Bu cevap zaten başlı başına bir sorundur.
Sorunnun kendisi olanlar; hiç bir sorunu çözemezler.
Sorun bu.
Böyle bir önerme nasıl "açıklama" olur. Zaten aslında bu bir "önerme" de değil. Bu bir "zırva".
Böyle bir şeyi, bir devlet adamı, bir devlet büyüğü, bir siyasetçi, bir bürokrat, aklı başında herhangi biri nasıl "açıklar"?
Herkesten önce, her şeyden önce bunu kendine nasıl açıklar akıl sağlığı yerinde olan biri?
Bunları gerçekten soruyorum. Anlamak için. Anlatmak için.
Anlamak için sorar insan. Bazen de anlatmak için.
Bazı sorular cevaptır.
Ben 38 buçuk yaşımdayım. Heteroseksüelim. Epey heteroseksüelim üstelik. Kadına çok büyük zaafım var. Hayatımda büyük bir yeri var kadınların. Hayatımın en önemli insanı bir kadın.
Sağlıklıyım. Epey sağlıklıyım. Aşırı sağlıklıyım üstelik.
Bekarım. Epey bekarım. Aşırı bekarım. Bu kadar bekar olmaya gerek yok aslında.
Günde 2 saat filan uyuyorum. Geri kalan 22 saat içinde, ben bu kadar aklıma düşürmüyorum "Kadını ve seksi".
Çünkü sağlıklıyım ben. "TAMAMIM".
Bu kadar çok seks ve kadına ayıracak vaktim yok çünkü. Ve ben bir ülke, bir millet, bir devlet de yönetmiyorum üstelik.
Üstelik ben işsizim. Hiç işim yok.
Çok vaktim var. Lakin hiç boş vaktim yok.
Vakit 2014 oldu.
Çoğumuzun haberi yok!
Pazartesi, Temmuz 28, 2014
NOT
Bir gün evden çıkman gerekir. Hızlıca. Sanki bütün dünya seni beklermiş gibidir telaşın. Dünyayı bekletmek istemezsin.
O yoktur evde.
Küçüksündür daha. Gençsindir.
Kulağını yeni deldirmişsindir. İşin aslı; kulağını kendin delmişsindir, buzla uyuşturup; iğne marifetiyle kendin delmişsindir kulağını. Ona söylemezsin ama bunu. Kulağın ve senin aranda soğuk bir sırdır bu.
Zaten kulağının delinmesine yeterince kızmıştır.
Yine de; "yakışmış" der, öfkesi hafifleyince. Kıyamaz çünkü sana, kulağına, saçının bir teline kıyamaz. Onun işi budur.
Evden çıkman gerekir delik kulağın ve berbat küpenle.
Not bırakırsın.
Cep telefonu filan hayaldir o zaman. Bilim kurgu filmlerinde görürsün. Uçan arabalarla beraber.
"Kadiköy'e gidiyorum. Akşam yemeğine bekleme" yazarsın. Sonuna da bir "seni seviyorum" eklersin. Bunu ilk kez yapıyorsundur. Utanırsın. Kimse gördümü acaba utanırken diye merak edersin.
İçinden gelmiştir. Gülümsersin. Nicedir söylemek istersin ama söyleyemezsin bir türlü. Bu kez, bu fırsatı kaçırmak istemezsin. Belki de sırf bu yüzden yazarsın notu. Belki de sırf bu yüzden Kadıköy'e gidersin. Not...Kadıköy...Belki de hepsi bahanedir senin için. Notu yazarsın, masaya bırakırsın. Kaçıverirsin evden...Nottan...Gülümseyerek kaçarsın. Bir deney yapmışsındır. Sonucunu beklersin.
Kadıköy'e gidersin. Aklın nottadır. Kadıköy aynıdır ama not değildir. Daha önceki notlarına benzemez. Dediğini yaparsın; yemeğe gelmezsin.
O yine bekler seni. Sana bir tabak yemek ayırır. İşi gücü sensindir.
Aradan zamanlar geçer. Yemekler yenir. Kadıköylere gidilir.
Bazı yemekler kaçar; bazılarına yetişilir.Sonra bir gün odasında bir şey ararken bulursun kendini. Başucundaki çekmeceyi açarsın.Notu görürsün. Gülümsersin. En sahici halinle gülümsersin.O da gülümsemiştir; hissedersin.
O hep sahicidir bilirsin.
O sana "yavrum" der; sen ona "ANNE" dersin!
O yoktur evde.
Küçüksündür daha. Gençsindir.
Kulağını yeni deldirmişsindir. İşin aslı; kulağını kendin delmişsindir, buzla uyuşturup; iğne marifetiyle kendin delmişsindir kulağını. Ona söylemezsin ama bunu. Kulağın ve senin aranda soğuk bir sırdır bu.
Zaten kulağının delinmesine yeterince kızmıştır.
Yine de; "yakışmış" der, öfkesi hafifleyince. Kıyamaz çünkü sana, kulağına, saçının bir teline kıyamaz. Onun işi budur.
Evden çıkman gerekir delik kulağın ve berbat küpenle.
Not bırakırsın.
Cep telefonu filan hayaldir o zaman. Bilim kurgu filmlerinde görürsün. Uçan arabalarla beraber.
"Kadiköy'e gidiyorum. Akşam yemeğine bekleme" yazarsın. Sonuna da bir "seni seviyorum" eklersin. Bunu ilk kez yapıyorsundur. Utanırsın. Kimse gördümü acaba utanırken diye merak edersin.
İçinden gelmiştir. Gülümsersin. Nicedir söylemek istersin ama söyleyemezsin bir türlü. Bu kez, bu fırsatı kaçırmak istemezsin. Belki de sırf bu yüzden yazarsın notu. Belki de sırf bu yüzden Kadıköy'e gidersin. Not...Kadıköy...Belki de hepsi bahanedir senin için. Notu yazarsın, masaya bırakırsın. Kaçıverirsin evden...Nottan...Gülümseyerek kaçarsın. Bir deney yapmışsındır. Sonucunu beklersin.
Kadıköy'e gidersin. Aklın nottadır. Kadıköy aynıdır ama not değildir. Daha önceki notlarına benzemez. Dediğini yaparsın; yemeğe gelmezsin.
O yine bekler seni. Sana bir tabak yemek ayırır. İşi gücü sensindir.
Aradan zamanlar geçer. Yemekler yenir. Kadıköylere gidilir.
Bazı yemekler kaçar; bazılarına yetişilir.Sonra bir gün odasında bir şey ararken bulursun kendini. Başucundaki çekmeceyi açarsın.Notu görürsün. Gülümsersin. En sahici halinle gülümsersin.O da gülümsemiştir; hissedersin.
O hep sahicidir bilirsin.
O sana "yavrum" der; sen ona "ANNE" dersin!
Pazar, Temmuz 27, 2014
İNSAN PROJESİ
Tuhaf bir takasa girmiş gibiyiz. Vicdan, ahlak, merhamet verip; menfaat almışız. İlklerimize kadar çıkara batmışız. Berbat bir pazarda gibiyiz.
Bu dünyaya ait değilmiş gibi yapıyoruz vicdan, ahlak ve merhamet. Niye öyle yapıyoruz? Manyak mıyız biz?
Bu dünyada hep kaybetmiş vicdanlı, ahlaklı ve merhametliler, ondan mı?
Bu gerçek dünya. Sanki başka bir dünya varmış gibi. Umarım yoktur. Hiç uğraşamam, her şeye baştan katlanamam. Zaten başka bir dünyaya gerek yok. Bize niye başka bir dünya gerek olsun ki? Bozalım diye mi? Onu da yok edelim diye mi?
Bize gereken başka bir insan başka bir dünyadan çok. İnsanın ilk haline, eski insana ihtiyacımız var.
Cennet de, cehennem de kişinin içinde. Uzağa gitmeye, göğe bakmaya gerek yok.
İnsan hangi tarafta yaşayacak, ona karar verecek. Sornra gidecek, o tarafta yaşayacak. Ölene kadar. Ölünce her şey biter. Solucanlara yem oluruz. Gübre oluruz. İnsanlı toprak oluruz.
Bir de bu insanın cennet ve cehenneme inanmış; inandırılmış hali. Cenneti özleyen; cehennemden korkan hali bu insanın. Bu insanın inanan hali. İki ayak üzerinde doğrulmak, iyi gelmemiş insana. Doğrulunca daha başka şeyler görmüş, maymunun gözü açılmış sanki.
Zaten insan başarılı bir proje değil.
Bu dünyaya ait değilmiş gibi yapıyoruz vicdan, ahlak ve merhamet. Niye öyle yapıyoruz? Manyak mıyız biz?
Bu dünyada hep kaybetmiş vicdanlı, ahlaklı ve merhametliler, ondan mı?
Bu gerçek dünya. Sanki başka bir dünya varmış gibi. Umarım yoktur. Hiç uğraşamam, her şeye baştan katlanamam. Zaten başka bir dünyaya gerek yok. Bize niye başka bir dünya gerek olsun ki? Bozalım diye mi? Onu da yok edelim diye mi?
Bize gereken başka bir insan başka bir dünyadan çok. İnsanın ilk haline, eski insana ihtiyacımız var.
Cennet de, cehennem de kişinin içinde. Uzağa gitmeye, göğe bakmaya gerek yok.
İnsan hangi tarafta yaşayacak, ona karar verecek. Sornra gidecek, o tarafta yaşayacak. Ölene kadar. Ölünce her şey biter. Solucanlara yem oluruz. Gübre oluruz. İnsanlı toprak oluruz.
Bir de bu insanın cennet ve cehenneme inanmış; inandırılmış hali. Cenneti özleyen; cehennemden korkan hali bu insanın. Bu insanın inanan hali. İki ayak üzerinde doğrulmak, iyi gelmemiş insana. Doğrulunca daha başka şeyler görmüş, maymunun gözü açılmış sanki.
Zaten insan başarılı bir proje değil.
Perşembe, Temmuz 24, 2014
Salı, Temmuz 22, 2014
TESPİT BÖCEĞİ
Ben de isterdim olağan şeyler hakkında yazayım. Bir kız bir çocuğa aşık olsun çok isterdim yazdıklarımda. Bir gökkuşağı altında öpüşsünler ilk defa, her baktıkları yerde ateşböcekleri olsun çok isterdim.
Beach beach gezip, ülkemin mojito haritasını çıkarıp, bu konuda hangi noktalara geldiğimizi, DJ'lerimizin neleri başardığını tespitlemeyi ben de çok isterdim. Bir tespit böceği olmak isterdim.
O da lazım tabii!
Tespit böceği de lazım!
Yani...Lazım tabii!
Herhalde yani...lazım.
Yine sokaktaydım dün. Sabahtan akşama kadar neredeyse.
Yürüdüm yürüyebildiğim yerlere. Yürüyerek gidebildiğim yerleri seviyorum. Oralara yürüyerek gidebiliyorum çünkü. Yürümek en sevdiğim bireysel taşıt aracı.
Ucuz, sağlıklı, hızlı...
O kadar ucuz ki; bedava!
Kardiyo vasküler bir ulaşım biçimidir "yayan".
Bir yerlere yayan gitmeyi seviyorum. Üstelik müzik yayınım da var yolculuk ederken. Vivaldiciyim bu aralar!
Sen hiç Vivaldi dinlerken yürüdün mü, spor yaptın mı, seviştin mi? Duşta Vivaldi dinledin mi? Duş uzayabilir, dikkat et! Hepsini Vivaldi'yle yap bir kere de!
Sokaktaydım koca gün. Sokak çocuğuyumdur.
38'lik bir sokak çocuğu.
Tabanca gibiyim.
7-8 semt geçtim yayan vaziyette. Bu en az 2-3 dünya yapar. 4-5 sosyo-ekonomik grup gördüm.
Pek çok sosyal statü gözlemledim yine bu seyahatimde de.
Çok önemli bir ortak noktaları vardı hepsinin: MUTSUZLUK!
Başörtülerine, süper mini şortlarına, sakallarına, dövmelerine, birkenstocklarına, badem bıyıklarına, Beckham saçlarına bakmadan; tüm bunları aşarak, yüzlerine baktım.
Kanadığımız zaman aynı kanıyoruz çünkü.
Gülerken de aynıyız.
Mutsuzuz lan!
Eğer görebildiğimin, 10'da biri kadar mutsuzsak gerçekten; gerçekten çok mutsuzuz demektir.
Hınçlıyız sanki. Bir şeylere, birilerine bilenmişiz.
O kadar bilenmişiz ki; parlıyoruz. Çok keskiniz. Mutsuz, hınçlı, bilenmiş, parlak, keskin kılıçlar gibi. Birbirimizi kesmek istiyoruz sanki. Kim olduğumuzu bilmeden, kim olduğumuzu sorgulamadan, umursamadan kesmek istiyoruz sanki.
Telefonlarımıza gömüğüz.
Başımız önde hep. Mahcup gibiyiz sokakta olmaktan, insandan korkan bir halimiz var gibi. Yüzümüz asık. Kaşlarımız çatık.
Mutsuzuz işte! Herkeste bir "ben sana fazla iyiyim" hali. Bir bıkkınlık. 17 yaşında yaşlılarla dolu sokaklar. Yorulmuş hepsi.
Radyasyon yorar adamı.
Mutlu olmayı zayıflık mı sanıyoruz biz acaba? "Delikanlılığı" bozar mı mutluluk?
Ben mutluyum mesela. Üstelik hiç mutlu olmamam gerekirken. Neden bu kadar mutlu olduğumu anlayamadan mutluyum üstelik. Pek kurcalamıyorum. Bozulur diye; bozulurum diye korkuyorum. Garantisi, garantim var mı bilmiyorum. Bundan, hiç karışmıyorum mutluluğuma. Baksın başının çaresine! İlle de mutlu olmak istiyorsa; kendi bilir! Kendi haline bırakıyorum. Bırakıyorum ki mutlu olsun.
Ben de mutluyum çünkü o mutluysa.
Şikayetçi değilim. Şikayetlerimle barıştım. Hepsiyle. Onlar sadece birer "şikayet" benim için. Hepsi bu! Yok ediyorum hepsini onlarla barışarak.
Barış bir sürü şeyi yok eder.
Üstelik çok şikayetçi olmam gerekirken yapıyorum bunu.
Şikayetlerime bu hazzı vermiyorum. Şikayet olamıyorlar artık benim yanımda. Uslu uslu duruyorlar.
Mutluyum ben, evet. Yoruluyorum ama mutlu olurken. Çok "efor" sarf ediyorum çünkü. Yedek efor tanklarımı devreye sokuyorum.
Tatlı bir yorgunluk bu. Doğurmak gibi.
Ben her gün doğuruyorum.
Beach beach gezip, ülkemin mojito haritasını çıkarıp, bu konuda hangi noktalara geldiğimizi, DJ'lerimizin neleri başardığını tespitlemeyi ben de çok isterdim. Bir tespit böceği olmak isterdim.
O da lazım tabii!
Tespit böceği de lazım!
Yani...Lazım tabii!
Herhalde yani...lazım.
Yine sokaktaydım dün. Sabahtan akşama kadar neredeyse.
Yürüdüm yürüyebildiğim yerlere. Yürüyerek gidebildiğim yerleri seviyorum. Oralara yürüyerek gidebiliyorum çünkü. Yürümek en sevdiğim bireysel taşıt aracı.
Ucuz, sağlıklı, hızlı...
O kadar ucuz ki; bedava!
Kardiyo vasküler bir ulaşım biçimidir "yayan".
Bir yerlere yayan gitmeyi seviyorum. Üstelik müzik yayınım da var yolculuk ederken. Vivaldiciyim bu aralar!
Sen hiç Vivaldi dinlerken yürüdün mü, spor yaptın mı, seviştin mi? Duşta Vivaldi dinledin mi? Duş uzayabilir, dikkat et! Hepsini Vivaldi'yle yap bir kere de!
Sokaktaydım koca gün. Sokak çocuğuyumdur.
38'lik bir sokak çocuğu.
Tabanca gibiyim.
7-8 semt geçtim yayan vaziyette. Bu en az 2-3 dünya yapar. 4-5 sosyo-ekonomik grup gördüm.
Pek çok sosyal statü gözlemledim yine bu seyahatimde de.
Çok önemli bir ortak noktaları vardı hepsinin: MUTSUZLUK!
Başörtülerine, süper mini şortlarına, sakallarına, dövmelerine, birkenstocklarına, badem bıyıklarına, Beckham saçlarına bakmadan; tüm bunları aşarak, yüzlerine baktım.
Kanadığımız zaman aynı kanıyoruz çünkü.
Gülerken de aynıyız.
Mutsuzuz lan!
Eğer görebildiğimin, 10'da biri kadar mutsuzsak gerçekten; gerçekten çok mutsuzuz demektir.
Hınçlıyız sanki. Bir şeylere, birilerine bilenmişiz.
O kadar bilenmişiz ki; parlıyoruz. Çok keskiniz. Mutsuz, hınçlı, bilenmiş, parlak, keskin kılıçlar gibi. Birbirimizi kesmek istiyoruz sanki. Kim olduğumuzu bilmeden, kim olduğumuzu sorgulamadan, umursamadan kesmek istiyoruz sanki.
Telefonlarımıza gömüğüz.
Başımız önde hep. Mahcup gibiyiz sokakta olmaktan, insandan korkan bir halimiz var gibi. Yüzümüz asık. Kaşlarımız çatık.
Mutsuzuz işte! Herkeste bir "ben sana fazla iyiyim" hali. Bir bıkkınlık. 17 yaşında yaşlılarla dolu sokaklar. Yorulmuş hepsi.
Radyasyon yorar adamı.
Mutlu olmayı zayıflık mı sanıyoruz biz acaba? "Delikanlılığı" bozar mı mutluluk?
Ben mutluyum mesela. Üstelik hiç mutlu olmamam gerekirken. Neden bu kadar mutlu olduğumu anlayamadan mutluyum üstelik. Pek kurcalamıyorum. Bozulur diye; bozulurum diye korkuyorum. Garantisi, garantim var mı bilmiyorum. Bundan, hiç karışmıyorum mutluluğuma. Baksın başının çaresine! İlle de mutlu olmak istiyorsa; kendi bilir! Kendi haline bırakıyorum. Bırakıyorum ki mutlu olsun.
Ben de mutluyum çünkü o mutluysa.
Şikayetçi değilim. Şikayetlerimle barıştım. Hepsiyle. Onlar sadece birer "şikayet" benim için. Hepsi bu! Yok ediyorum hepsini onlarla barışarak.
Barış bir sürü şeyi yok eder.
Üstelik çok şikayetçi olmam gerekirken yapıyorum bunu.
Şikayetlerime bu hazzı vermiyorum. Şikayet olamıyorlar artık benim yanımda. Uslu uslu duruyorlar.
Mutluyum ben, evet. Yoruluyorum ama mutlu olurken. Çok "efor" sarf ediyorum çünkü. Yedek efor tanklarımı devreye sokuyorum.
Tatlı bir yorgunluk bu. Doğurmak gibi.
Ben her gün doğuruyorum.
Pazartesi, Temmuz 21, 2014
İNSANLAR,KARGALAR,BALONLAR,ARABALAR,RUJ ve BEDELLİLER
Ne meraklı insanlar bir şeyler saklamaya. Saklanmaya. Ne çok yerleri , zamanları, yüzleri var bir şeyleri saklamaya, saklanmaya.
Ömür boyu saklambaç oynanır mı?
Ben artık hangisi maske, hangisi değil anlayamıyorum. Oyun nerede başlıyor, gerçek nerede bitiyor, kestiremiyorum.Karga gibiler. Kargalar da meraklıdır bir şeyleri saklamaya. Parlak şeyleri sever kargalar. O sevdikleri parlak şeyleri toplar,biriktirir, saklarlar. Bazen bir vida, bazen bir gazoz kapağı...
Yeter ki parlak olsun biraz. Hiçbir şey tek başına değerli değildir.
Sen neye değer veriyorsan, o değerli olur. Bazen en değerli olur hatta.
Bazen bir vida, bazen bir gazoz kapağı...
Ben severim kargaları. Saklamayı sevmiyorum ama. Saklanamadım bir türlü. Saklanacak bir yer, bir yalan, bir yüz bulamadım. Aslında çok var tabi.
Yer de var, yalan da var...Yüz zaten çok! Ben çok yoruluyorum saklayınca. Saklayacağım şeyi, kişiyi nereye saklayacağımı ararken vakit kaybedemem. Sakladığım şeyi örtbas etmeye çalışırken yeni bir hikaye uydurmakla uğraşamam. Korkarım da bundan.
Ya inanırsam kendi uydurduğum, uyduruk hikayeme? İnanmazsam olmaz çünkü. Madem saklanacağım, inanmamda lazı kendi boktan hikayelerime. Sevmem lazım çirkin yüzümü. Ve tüm bunlar olurken rahatsız olmamam lazı. Soğukanlı ve berbat biri olmam lazım.
Ağırlık yapıyor o sakladıklarım. Yavaşlatıyor beni o ağırlıklar... haliyle ben de yavaşlıyorum. Aslında işlerini yapıyorlar. Ağırlıklar yani...Onların bir suçu yok. Ağırlıkların yani...
Sürekli ilerlemek, ileriye doğru ilerlemek, yukarıya doğru yükselmek isteyen birinin hiç işine gelmez o ağırlıklar. Sevmez onları. Ağırlık, ilerlemek isteyen, yükselmek isteyen insanın, balonun, arabanın düşmanıdır. Çok zengin olabilir ama insan eğer saklarsa bir şeyleri. Yüzünü satanlar var.
Fakat balonsa yükselemez.
Arabaysa hızlanamaz.
Ben askerliğimi bedelli yaptım. Askerlik için ödediğim bedeli bankadan borç aldım.
Hala ödüyorum. Bazen de ödeyemiyorum. Bunu bile söyleyemiyor bazı bedelliler. Bedelli asker olduklarını yani...Bankaya olan borçlarını ödeyemediklerini söylemelerini zaten beklemiyorum. O kadarı salakça olur. Salağımdır ben biraz. Bazı bedelli askerler, ünlü hatta. Çok var hatta bedelli ünlüler. Bazı bedelli ünlüler bunu bile söyleyemiyor. Bedelli ünlü olduklarını yani...
Saklıyorlar. Saklanıyorlar. Hemen bir şarkı patlatıyorlar, yeni dizilerinden, kitaplarından,yazılarından bahsediyorlar.
Şarkı playback. Hayları da öyle. Şarkıları bile yalan. Seslerini saklıyorlar bu sefer. Konu oraya gelince,onlar oradan kaçıyor. Arkalarına bakmadan üstelik. Engelliyorlar kendilerini. Kendi kendilerini engelliyorlar. Ne meraklı insanlar sessiz kalmaya, sessizliğe ne kadar alışıklar. Ben sessizlikte kalamam. Duramam orada. 1 dakika duramam. Hemen bir şey söylerim. Çeker giderim. Aslında ben bir yere gitmem; sessizlik yok olur ben bir şey söyleyince. Bedelli askerlik, askerlik sayılmaz, biliyorum. Askerlik yaptım sayılmaz yani aslında. Biliyorum. Askerlikten muaf oldum ben bedelini ödeyerek. Hepsi bu. Hayata döndüm ama bedelli askerlikle. Askere gitseydim, dönemezdim; biliyorum. Çok vergi ödedim askerlikten muaf olduğum o günden bugüne. Eve gelen kağıt, hala buzdolabımın kapağında duruyor. Bir erkeğin vatan borcunu ödemesinin tek yolu askerlik değil. İyi bir vergi ödeyicisi, iyi bir istihdam yaratıcısı, iyi bir eş, dost, evlat olmak da önemlidir.
Vatan borcunu; en iyi, "İyi Vatandaş" öder. Yeterince "İyi vatandaş" olursan hatta; sana
borçlu kalır çoğu zaman vatan. Ben de bankaya ödüyorum borcumu. Epey ödüyorum hem de. Bazen de ödeyemiyorum. Epey ödeyemiyorum hem de. Ama vergimi eksiksiz ödüyorum. Listelere girmeyi hak edecek kadar ödemiyorum ama ödüyorum. Rekortmen değilim ama ödüyorum. Borcum bu benim çünkü. Vatana borcum.
Türkiye'de pek konuşmuyor insanlar. Bazen konuşuyorlar. Nadiren. Eser miktarda. Her konuştuklarında da doğru konuşmuyorlar ama. Dudağında rujla gezen erkekler,ünlü olanları da var, "Ben nişanlandım" diyor mesela televizyonda. Üstelik bir kadınla! Onları da anlıyorum ben. Kendimi yerlerine koyuyorum. Dudağıma ruj sürmeden yapabiliyorum bunu. Ülkemiz zor. İzin vermiyor bazen konuşmamıza. Biz de konuşmuyoruz. Konuşmak için izin beklerken biz daha da zorlaşıyor ülkemiz. Biz daha da konuşmuyoruz o zaman. Koca koca sessizlikler giriyor aramıza. Sessiz bir sarmala kapılıp gidiyoruz. Kapılıp giderken çığlık atıyoruz belki ama onlar da sessiz. Kimse duymuyor. Ses telleri, uzun süreler konuşmazsan, yok oluyo. Sonra onlara en ihtiyaç duyduğun zamanda, ses edmezsin. Gıgın çıkmaz. Çıkmasın da zaten. Geç kaldıktan sonra ne önemi var konuşmanın. Seni duyması gereken çoktan çekip gittikten sonra...
Sessizlik yapıştı üstümüze. Ben üstüme yapışan şeyleri de sevmiyorum. Yavaşlatıyor beni üstüme yapışanlar. Beni yavaşlatan her şeye, herkese düşman oluyorum sonra. Keşke eşcinsel olsaydım diyorum bazen. Söylerdim eşcinsel olduğumu. Eşcinsel olduğumu söylemek için eşcinsel olsaydım keşke diyorum. Kaçırdım o şansı. Bu yaştan sonra eşcinsel olamam. Ama her yaşta konuşabilirim.
Eşcinsel olsaydım ve bunu söyleseydim; belki o zaman bir adım, minnacık bir adım yaklaşırdık diyorum konuşmaya, saklamamaya...Normale doğru bir minik adım atardık belki diyorum.
Normale doğru her adıma ihtiyacımız var.
Askerim ben hep. Her gün askerim. Çok bedel ödüyorum.
İşte söylüyorum.
"Askerim ben. Çok bedel ödüyorum!" diyorum."Keşke eşcinsel olsaydım" diyorum.
"Olsaydım; onu da söylerdim!" diyorum.
Ömür boyu saklambaç oynanır mı?
Ben artık hangisi maske, hangisi değil anlayamıyorum. Oyun nerede başlıyor, gerçek nerede bitiyor, kestiremiyorum.Karga gibiler. Kargalar da meraklıdır bir şeyleri saklamaya. Parlak şeyleri sever kargalar. O sevdikleri parlak şeyleri toplar,biriktirir, saklarlar. Bazen bir vida, bazen bir gazoz kapağı...
Yeter ki parlak olsun biraz. Hiçbir şey tek başına değerli değildir.
Sen neye değer veriyorsan, o değerli olur. Bazen en değerli olur hatta.
Bazen bir vida, bazen bir gazoz kapağı...
Ben severim kargaları. Saklamayı sevmiyorum ama. Saklanamadım bir türlü. Saklanacak bir yer, bir yalan, bir yüz bulamadım. Aslında çok var tabi.
Yer de var, yalan da var...Yüz zaten çok! Ben çok yoruluyorum saklayınca. Saklayacağım şeyi, kişiyi nereye saklayacağımı ararken vakit kaybedemem. Sakladığım şeyi örtbas etmeye çalışırken yeni bir hikaye uydurmakla uğraşamam. Korkarım da bundan.
Ya inanırsam kendi uydurduğum, uyduruk hikayeme? İnanmazsam olmaz çünkü. Madem saklanacağım, inanmamda lazı kendi boktan hikayelerime. Sevmem lazım çirkin yüzümü. Ve tüm bunlar olurken rahatsız olmamam lazı. Soğukanlı ve berbat biri olmam lazım.
Ağırlık yapıyor o sakladıklarım. Yavaşlatıyor beni o ağırlıklar... haliyle ben de yavaşlıyorum. Aslında işlerini yapıyorlar. Ağırlıklar yani...Onların bir suçu yok. Ağırlıkların yani...
Sürekli ilerlemek, ileriye doğru ilerlemek, yukarıya doğru yükselmek isteyen birinin hiç işine gelmez o ağırlıklar. Sevmez onları. Ağırlık, ilerlemek isteyen, yükselmek isteyen insanın, balonun, arabanın düşmanıdır. Çok zengin olabilir ama insan eğer saklarsa bir şeyleri. Yüzünü satanlar var.
Fakat balonsa yükselemez.
Arabaysa hızlanamaz.
Ben askerliğimi bedelli yaptım. Askerlik için ödediğim bedeli bankadan borç aldım.
Hala ödüyorum. Bazen de ödeyemiyorum. Bunu bile söyleyemiyor bazı bedelliler. Bedelli asker olduklarını yani...Bankaya olan borçlarını ödeyemediklerini söylemelerini zaten beklemiyorum. O kadarı salakça olur. Salağımdır ben biraz. Bazı bedelli askerler, ünlü hatta. Çok var hatta bedelli ünlüler. Bazı bedelli ünlüler bunu bile söyleyemiyor. Bedelli ünlü olduklarını yani...
Saklıyorlar. Saklanıyorlar. Hemen bir şarkı patlatıyorlar, yeni dizilerinden, kitaplarından,yazılarından bahsediyorlar.
Şarkı playback. Hayları da öyle. Şarkıları bile yalan. Seslerini saklıyorlar bu sefer. Konu oraya gelince,onlar oradan kaçıyor. Arkalarına bakmadan üstelik. Engelliyorlar kendilerini. Kendi kendilerini engelliyorlar. Ne meraklı insanlar sessiz kalmaya, sessizliğe ne kadar alışıklar. Ben sessizlikte kalamam. Duramam orada. 1 dakika duramam. Hemen bir şey söylerim. Çeker giderim. Aslında ben bir yere gitmem; sessizlik yok olur ben bir şey söyleyince. Bedelli askerlik, askerlik sayılmaz, biliyorum. Askerlik yaptım sayılmaz yani aslında. Biliyorum. Askerlikten muaf oldum ben bedelini ödeyerek. Hepsi bu. Hayata döndüm ama bedelli askerlikle. Askere gitseydim, dönemezdim; biliyorum. Çok vergi ödedim askerlikten muaf olduğum o günden bugüne. Eve gelen kağıt, hala buzdolabımın kapağında duruyor. Bir erkeğin vatan borcunu ödemesinin tek yolu askerlik değil. İyi bir vergi ödeyicisi, iyi bir istihdam yaratıcısı, iyi bir eş, dost, evlat olmak da önemlidir.
Vatan borcunu; en iyi, "İyi Vatandaş" öder. Yeterince "İyi vatandaş" olursan hatta; sana
borçlu kalır çoğu zaman vatan. Ben de bankaya ödüyorum borcumu. Epey ödüyorum hem de. Bazen de ödeyemiyorum. Epey ödeyemiyorum hem de. Ama vergimi eksiksiz ödüyorum. Listelere girmeyi hak edecek kadar ödemiyorum ama ödüyorum. Rekortmen değilim ama ödüyorum. Borcum bu benim çünkü. Vatana borcum.
Türkiye'de pek konuşmuyor insanlar. Bazen konuşuyorlar. Nadiren. Eser miktarda. Her konuştuklarında da doğru konuşmuyorlar ama. Dudağında rujla gezen erkekler,ünlü olanları da var, "Ben nişanlandım" diyor mesela televizyonda. Üstelik bir kadınla! Onları da anlıyorum ben. Kendimi yerlerine koyuyorum. Dudağıma ruj sürmeden yapabiliyorum bunu. Ülkemiz zor. İzin vermiyor bazen konuşmamıza. Biz de konuşmuyoruz. Konuşmak için izin beklerken biz daha da zorlaşıyor ülkemiz. Biz daha da konuşmuyoruz o zaman. Koca koca sessizlikler giriyor aramıza. Sessiz bir sarmala kapılıp gidiyoruz. Kapılıp giderken çığlık atıyoruz belki ama onlar da sessiz. Kimse duymuyor. Ses telleri, uzun süreler konuşmazsan, yok oluyo. Sonra onlara en ihtiyaç duyduğun zamanda, ses edmezsin. Gıgın çıkmaz. Çıkmasın da zaten. Geç kaldıktan sonra ne önemi var konuşmanın. Seni duyması gereken çoktan çekip gittikten sonra...
Sessizlik yapıştı üstümüze. Ben üstüme yapışan şeyleri de sevmiyorum. Yavaşlatıyor beni üstüme yapışanlar. Beni yavaşlatan her şeye, herkese düşman oluyorum sonra. Keşke eşcinsel olsaydım diyorum bazen. Söylerdim eşcinsel olduğumu. Eşcinsel olduğumu söylemek için eşcinsel olsaydım keşke diyorum. Kaçırdım o şansı. Bu yaştan sonra eşcinsel olamam. Ama her yaşta konuşabilirim.
Eşcinsel olsaydım ve bunu söyleseydim; belki o zaman bir adım, minnacık bir adım yaklaşırdık diyorum konuşmaya, saklamamaya...Normale doğru bir minik adım atardık belki diyorum.
Normale doğru her adıma ihtiyacımız var.
Askerim ben hep. Her gün askerim. Çok bedel ödüyorum.
İşte söylüyorum.
"Askerim ben. Çok bedel ödüyorum!" diyorum."Keşke eşcinsel olsaydım" diyorum.
"Olsaydım; onu da söylerdim!" diyorum.
Pazar, Temmuz 20, 2014
BU YAZI "SENİ İLGİLENDİRMEZ".
Çok alınganız. Çok! Hemencecik bozuluveriyoruz her şeye, herkese.
İletişim kanallarımız kapalı çünkü. Tıkanmışlar.
Aslında hiç samimi değiliz. Ve bunun tam aksi; iletişimde dünya rekortmeni olduğumuzu sanıyoruz. Samimi olmayı, birbirimize "abi,amca,abla,teyze,kardeşim" demek bellemişiz.
Bizim için "empati", arabanın dörtlülerini yakmaktan ibaret.
pek çok konuda olduğu gibi; "SAMİMİYETİN" de tanımını yanlış kodlamışız çünkü. Herkes bize duymak istediğimiz, duymaya ihtiyacımız olan şeyleri söylesin istiyoruz.
Yalan da olsa, razıyız duyduklarımıza. Yeter ki duymak istediklerimiz söylensin bize, İhtiyacımız olan samimiyet değil aslında.
Yalncı olması önemli değil kişinin! Yeter ki samimi olsun!
Samimi yalancı dolu her yer.
Biz yalana vurgunuz.
"Gerçekten" korkuyoruz çünkü. Gerçekten korkuyoruz. Çünkü öz güvenimiz noksan. Genel bir güven eksikliğimiz var. Kalsiyum eksikliği gibi. Ve bu kalsiyum eksikliğimizi malla mülkle, kılıkla kıyafetle, kısacası maddeyle gidermeye çalışıyoruz.
Maneviyatı hiç umursamıyoruz.
Samimiyet bu değil. Samimiyet yalan değil. Biz yalan olsun istiyoruz.
Samimiyet tarafsız aslında. Renksiz, tatsız...Nötr.
Gerçekle ilgisi var samimiyetin. Haliyle cesaretle de bağlantılı epey. Kol kolalar. Biz ayırmaya çalışıyoruz onları.
Gerçek,cesaret,samimiyet... Bunlar hep beraber aslında ama biz aralarına giriyoruz. Yalan sokuyoruz aralarına.
Yalan, menfaat,beyaz jip,rant...
Samimi olmak risk almak aslında. Bunda da cesaret var. Gerçek var.
Basit bir "Neyse o" hali aslında samimiyet.
Hakemlik gibi. Gördüğünü çalmaktır samimi olmak.
Düşündüğünü söylemektir.
Kabına göre şekil almaz.
"Seni ilgilendirmez" lafına bu kadar çok ve hızlı biçimde "bozuluşlarımız" hep bundan işte. Çok alınganız! Halbuki ne temiz laftır.
"Seni ilgilendirmez"
Yani bu seninle ilgili bir şey, bir konu, bir duygu değil demektir "Seni ilgilendirmez" demek. Sencidir. Seni kollar aslında. Senden yanadır.
Bozulacak bir şey yoktur çoğu zaman biri sana "Seni ilgilendirmez" dediğinde. Hatta rahatlatması gerekir seni. Nefes aldırır sana. "Sen keyfine bak" der. Maçını izlersin sen, kahveni içersin, kitabını okursun.
Bizde genelde kavga çıkar biri sana "Seni ilgilendirmez" dediğinde. Mevzu karakolluk olur.
Aslında sadece "It's none of your business" demektir bu.
Büyütecek bir şey yoktur yani bunda. Samimiyetten korkma bu kadar.
Sonuçta...
It's none of your busıness!
Sen git maçını izle,kahveni iç,kitabını oku.
İletişim kanallarımız kapalı çünkü. Tıkanmışlar.
Aslında hiç samimi değiliz. Ve bunun tam aksi; iletişimde dünya rekortmeni olduğumuzu sanıyoruz. Samimi olmayı, birbirimize "abi,amca,abla,teyze,kardeşim" demek bellemişiz.
Bizim için "empati", arabanın dörtlülerini yakmaktan ibaret.
pek çok konuda olduğu gibi; "SAMİMİYETİN" de tanımını yanlış kodlamışız çünkü. Herkes bize duymak istediğimiz, duymaya ihtiyacımız olan şeyleri söylesin istiyoruz.
Yalan da olsa, razıyız duyduklarımıza. Yeter ki duymak istediklerimiz söylensin bize, İhtiyacımız olan samimiyet değil aslında.
Yalncı olması önemli değil kişinin! Yeter ki samimi olsun!
Samimi yalancı dolu her yer.
Biz yalana vurgunuz.
"Gerçekten" korkuyoruz çünkü. Gerçekten korkuyoruz. Çünkü öz güvenimiz noksan. Genel bir güven eksikliğimiz var. Kalsiyum eksikliği gibi. Ve bu kalsiyum eksikliğimizi malla mülkle, kılıkla kıyafetle, kısacası maddeyle gidermeye çalışıyoruz.
Maneviyatı hiç umursamıyoruz.
Samimiyet bu değil. Samimiyet yalan değil. Biz yalan olsun istiyoruz.
Samimiyet tarafsız aslında. Renksiz, tatsız...Nötr.
Gerçekle ilgisi var samimiyetin. Haliyle cesaretle de bağlantılı epey. Kol kolalar. Biz ayırmaya çalışıyoruz onları.
Gerçek,cesaret,samimiyet... Bunlar hep beraber aslında ama biz aralarına giriyoruz. Yalan sokuyoruz aralarına.
Yalan, menfaat,beyaz jip,rant...
Samimi olmak risk almak aslında. Bunda da cesaret var. Gerçek var.
Basit bir "Neyse o" hali aslında samimiyet.
Hakemlik gibi. Gördüğünü çalmaktır samimi olmak.
Düşündüğünü söylemektir.
Kabına göre şekil almaz.
"Seni ilgilendirmez" lafına bu kadar çok ve hızlı biçimde "bozuluşlarımız" hep bundan işte. Çok alınganız! Halbuki ne temiz laftır.
"Seni ilgilendirmez"
Yani bu seninle ilgili bir şey, bir konu, bir duygu değil demektir "Seni ilgilendirmez" demek. Sencidir. Seni kollar aslında. Senden yanadır.
Bozulacak bir şey yoktur çoğu zaman biri sana "Seni ilgilendirmez" dediğinde. Hatta rahatlatması gerekir seni. Nefes aldırır sana. "Sen keyfine bak" der. Maçını izlersin sen, kahveni içersin, kitabını okursun.
Bizde genelde kavga çıkar biri sana "Seni ilgilendirmez" dediğinde. Mevzu karakolluk olur.
Aslında sadece "It's none of your business" demektir bu.
Büyütecek bir şey yoktur yani bunda. Samimiyetten korkma bu kadar.
Sonuçta...
It's none of your busıness!
Sen git maçını izle,kahveni iç,kitabını oku.
Perşembe, Temmuz 17, 2014
KARANLIK BİR BEDEN EĞİTİMİ ÖĞRETMENİ
"Yeni Türkiye" nedir? Eskisine ne oldu?
"Yeni Türkiye" , bir çeşit itiraf olmasın? Bir çeşit kabul etme hali mi "Yeni Türkiye"?
Eski Türkiye'nin bittiği, yok olduğu, yok edildiği göz göre artık bu denli rahat ifade edilebiliyor mu?
İfade özgürlüğü çok temel bir ihtiyaç tabi.
Oksijen gibi.
Oksijenin söz,ses,yazı,film,belgesel,müzik,heykel,resim hali sanki.
Elbette ifade özgürlüğü olmadan yaşanır, bunu kabul ediyorum. Ben kimsenin "ifade özgürlüğü yetersizliğinden" öldüğünü duymadım.
Ama öldürülenler var!
Öldürenler olduğu sürece, öldürülenler olacak!
Kimse kendi kendine öldürülmez. Bir çeşit intihar değildir öldürülmek.
Birinin öldürülmesi için öldüren biri olmalı.
Var. Ne yazık ki var.
Bazen öldüren kişi, kendi kendine karar verir öldürmeye. Her şey bir anda olur. Herkes hata yapar. Bir hata bazen öldürür. En öldürücü hata da budur.
Bazen de, emri başkası verir.
Emri veren çoğu zaman, emri verdiğini kabul etmez.
Suçtur bu çünkü.
Ve çoğu zaman kimse suçlu olduğunu kabul etmek istemez. Normal suçlu tavrı, ruh hali budur.
"İTİRAF" bu yüzden çok kıymetli bir müessesedir.
Az bulunur.
Tuhaf bir cesaret vardır itirafta. İtirafçı cesur insandır haklı olmasa da. Her cesur insan haklı değildir sonuçta.
Sadece "İTİRAFÇIDIR". Her itirafçı aferini hak etmez.
Suçun emrini vermek, yeşil ışık gibidir. Suçu harekete geçirir. Marş motoru gibidir. Aslen ilk gereken bu harekettir sadece. Gerisini suçlu, yani "EMRİ UYGULAYAN" halleder: Emri uygular.
Gerisi yokuş aşağı...
Gerisi ölüm...
Bazen de kabul eder "emri verdiğini" emri veren. Korkmadan, kimseden çekinmeden, vicdanı acımadan, kimseye acımadan...
Aksine gururla...
"DİK DURARAK"...
Gözleri çakmak çakmak...
Sözleri alev alev...
O konuşur; ülke yangın yeri olur.
Koca bir ülke "Madımak" olur. Koca bir ülke Sivas olur. Zaman durur.
1993 bugün!
"İfade özgürlüğünü" kullanır, ülke yanarken, o esnada; başka kimseye o özgürlüğü kullandırmayan.
Bencildir zaten. "Bütün özgürlükler benim olsun" ister. Bütün arsalar gibi.
Tek yönlü bir yoldur onun için "İfade özgürlüğü".
Bir tek ona açıktır. Herkese her yolu kapamıştır oysa.
"EMRİ VEREN" emri uygulayanın gölgesidir biri öldürülürken. Hemen oracıktadır. Olay mahallindedir.
Emri veren suça, suçlaya ortaktır.
Kimin payı daha çoktur peki?
Emri veren, azim ettirendir. Hedef gösteren, hedefi gösterendir. Suçun uygulanması için kronometreye basan, kronometreyi tutan, suçluyu finiş çizgisinde bekleyen de odur.
Karanlık bir beden öğretmeni gibi.
Bunlar suçtur. Her suçun bir karşılığı yok mudur peki?
İşte o; suçluya göre değişir!
"Yeni Türkiye" , bir çeşit itiraf olmasın? Bir çeşit kabul etme hali mi "Yeni Türkiye"?
Eski Türkiye'nin bittiği, yok olduğu, yok edildiği göz göre artık bu denli rahat ifade edilebiliyor mu?
İfade özgürlüğü çok temel bir ihtiyaç tabi.
Oksijen gibi.
Oksijenin söz,ses,yazı,film,belgesel,müzik,heykel,resim hali sanki.
Elbette ifade özgürlüğü olmadan yaşanır, bunu kabul ediyorum. Ben kimsenin "ifade özgürlüğü yetersizliğinden" öldüğünü duymadım.
Ama öldürülenler var!
Öldürenler olduğu sürece, öldürülenler olacak!
Kimse kendi kendine öldürülmez. Bir çeşit intihar değildir öldürülmek.
Birinin öldürülmesi için öldüren biri olmalı.
Var. Ne yazık ki var.
Bazen öldüren kişi, kendi kendine karar verir öldürmeye. Her şey bir anda olur. Herkes hata yapar. Bir hata bazen öldürür. En öldürücü hata da budur.
Bazen de, emri başkası verir.
Emri veren çoğu zaman, emri verdiğini kabul etmez.
Suçtur bu çünkü.
Ve çoğu zaman kimse suçlu olduğunu kabul etmek istemez. Normal suçlu tavrı, ruh hali budur.
"İTİRAF" bu yüzden çok kıymetli bir müessesedir.
Az bulunur.
Tuhaf bir cesaret vardır itirafta. İtirafçı cesur insandır haklı olmasa da. Her cesur insan haklı değildir sonuçta.
Sadece "İTİRAFÇIDIR". Her itirafçı aferini hak etmez.
Suçun emrini vermek, yeşil ışık gibidir. Suçu harekete geçirir. Marş motoru gibidir. Aslen ilk gereken bu harekettir sadece. Gerisini suçlu, yani "EMRİ UYGULAYAN" halleder: Emri uygular.
Gerisi yokuş aşağı...
Gerisi ölüm...
Bazen de kabul eder "emri verdiğini" emri veren. Korkmadan, kimseden çekinmeden, vicdanı acımadan, kimseye acımadan...
Aksine gururla...
"DİK DURARAK"...
Gözleri çakmak çakmak...
Sözleri alev alev...
O konuşur; ülke yangın yeri olur.
Koca bir ülke "Madımak" olur. Koca bir ülke Sivas olur. Zaman durur.
1993 bugün!
"İfade özgürlüğünü" kullanır, ülke yanarken, o esnada; başka kimseye o özgürlüğü kullandırmayan.
Bencildir zaten. "Bütün özgürlükler benim olsun" ister. Bütün arsalar gibi.
Tek yönlü bir yoldur onun için "İfade özgürlüğü".
Bir tek ona açıktır. Herkese her yolu kapamıştır oysa.
"EMRİ VEREN" emri uygulayanın gölgesidir biri öldürülürken. Hemen oracıktadır. Olay mahallindedir.
Emri veren suça, suçlaya ortaktır.
Kimin payı daha çoktur peki?
Emri veren, azim ettirendir. Hedef gösteren, hedefi gösterendir. Suçun uygulanması için kronometreye basan, kronometreyi tutan, suçluyu finiş çizgisinde bekleyen de odur.
Karanlık bir beden öğretmeni gibi.
Bunlar suçtur. Her suçun bir karşılığı yok mudur peki?
İşte o; suçluya göre değişir!
Çarşamba, Temmuz 16, 2014
KABİN BASINCI
Hiç heyecanlandırmıyor beni bu seçimler de.Bir Honduras-Ekvador maçı kadar bile heyecanlandırmıyor hem de. Zaten kupa da bitti. Canım zaten sıkkın!
Üstüme gelme!
Ülkem yeterince geliyor zaten üstüme!
"Bu ülke..." diye başlamayı sevmiyorum, "KENDİ" ülkemi anlatırken, anlarken.
"BU mesafesinde" değilim çünkü ülkemden. Uzakta değilim. Cihangir'deyim.
"Bu ülke" diye anlatamam, anlayamam. Kendimi "sıyaramam".
Ben de kabahatliyim!
Epeydir beni heyecanlandıran bir seçim bulamıyorum kendime. Uzun zamandır "Beni" %100 temsil ettiğini düşündüğüm, %100 "BEN" olan bir aday bulamıyorum.
Oysa her seçimde elime pusula tutuşturuyorlar.
%100'ü çoktan geçtim zaten. Beklentilerimi zaten ufaladım çoktan. %40'a fitim şu sıralar.
"KÖTÜNÜN İYİSİNİ" seçmek zorunda bırakılmaktan, aklı başında bir seçmen olarak çok sıkıldım. Seçeneksizlikten daraldım. Bu bir seçen insan için en fenası.
Seçeneksizlik!
Yine bir SEÇENEKSİZLİKLER SEÇİMİNE doğru gidiyoruz.
Bütün siyasetini "BİZ BUYUZ. BUNU YAPACAĞIZ.ŞU PROJEYİ GELİŞTİRDİK...." demek yerine; "ONLAR BU!BUNU YAPTILAR.ŞUNLARI YAPACAKLAR SANA!" üzerine kuranlar, beni nasıl heyecanlandırsın?
Ben hepsinden daha çok "siyasi partiyim".
Tek kişilik bir partiyim.
Bir tane oyum var.
"BANA" çok yükleniyorlar. Çok yüklüyorlar beni. Bana çok güveniyorlar. Bu kadar güveni aşırı buluyorum. Keşke hislerimiz karşılıklı olabilseydi. Zaten öyle de olması lazım değil miydi?
OY VERİLMEZ çünkü aslında! OY , ALINIR!
Keşke ben de onlara güvenebilseydim bu kadar.
"TWİTTER MUHALEFETİNDEN" öteye geçemeyenler zaten hak etmiyor benim %100'ümü.
Ama ülkem de hiç hak etmedi başına gelenleri son yıllarda. Ben ülkemden yanayım. Ülkeme oy vereceğim ben. Yenisini, eskisini bilmem!
Ülkemi bilirim ben. Ülkeme ne yapılmak istendiğini bilirim.
Ülkemi bilirim ben. Ülkeme ne yapılmak istendiğini bilirim.
"YENİ TÜRKİYE" dediği; "ESKİ İRAN".
Annemi düşünüyorum. Yeğenlerim var. Amcayım ben, dayıyım. Ablalarım var. Abim var aslan gibi. SEÇMENKEN, seçerken; ya da seçmezken bunları; onları düşünüyorum. Aklım onlarda.
Gerçi büyük abla KANADA VATANDAŞI oldu. O güvende. Hakkı Bey güvende. Oğulları, yeğenlerimin 5'te 2'si güvende.
Aklım onlarda.
Aklım onlarda.
Keyifleri yerinde ama akılları keyifsiz. Akılları burada.
Her seçim mevsiminde ROMANTİK değil; PRAGMATİK oluyorum ben
Hüzünleniyorum azıcık. İklimden herhalde.
Çok isterdim ROMANTİK olabilmeyi. Ama izin vermiyorlar ki!
Çok isterdim o toz kokan kabinde, bir an için bile olsa, önemsendiğimi sanmayı çok isterdim.
Ülkemi kurtardığımı düşünebilmeyi çok isterdim.
Hiç bu kadar istememiştim kendimi kandırmayı.
Bir an için bile olsa, çok isterdim o kabinin içinin, medeni ve demokratik bir ülke olduğunu sanmak. Küçük ama mutlu, umutlu bir ülke olsun çok isterdim o kabinin içi. Kendimi, o ülkenin tek vatandaşı olarak, bir sonraki vatandaş gelene kadar, o küçük kabin ülkesinde kaybetmeyi isterdim. Gerçi kolay kolay kaybolmazdım.
Pusulam var sonuçta!
Pusulam var sonuçta!
Gerçek ülkeme döndüğümde oradan, bir şeylerin değiştiğini hissetmeyi çok isterdim.
Çok özledim bir şeyler hissetmeyi. Bir şeylerin değiştiğini görmeyi çok özledim.
Ablamları özledim bir de.
Birilerinin değişmesi gerek önce.
Sonra eve dönüp uyamayı çok isterdim. Huzur uyutur insanı.
Uyurken aklın geride kalmaz eğer huzurluysan.
Uyurken aklın geride kalmaz eğer huzurluysan.
Belki olur bir gün. Belki huzur olur. Ülkem değişir, gelişir falan filan...Biz de uyuruz rahat rahat.
Oralardan başlayacak bir şeyler "olmaya". Kabinlerden. Kabindekilerden.
O küçük ülkeler ilham verecek, bütün ülkeye. Değişecekse "BÜTÜN" ülke; o küçük ülkeler, o küçük ülkelerin vatandaşı değiştirecek.
Sensin o VATANDAŞ. Kendini küçümseme bu kadar. Küçümsetme! Tokatlatma kendini, el öpme!
Hiç istemiyorum oy vermek. Hem de hiç! Oy vermek istemeyenler, parti kursak, zorlarız belki barajı.
Şu barjı da bir yıkamadık!
Debisi çok düşük demokrasimizin."Türk İşi" demokrasimiz. Her işimiz gibi.
Debisi düşük demokrasi yıkamaz hiçbir barajı; aşamaz hiçbir barikatı.
Tatilden dönmek istemeyenleri, dönmeyecek olanları da anlayabiliyorum. O beachleri, mohitoları, yazlıkları, okeyleri, mangalları, bronzlukları bırakmak istemeyenleri anlayabiliyorum.
0y vermek istemeyenleri anlayabiliyorum. ÖFKE PARTİSİ'nin sivillerini anlayabiliyorum. Ben de onlardanım.
Biraz da vatansever bir öfke olduğunu düşünüyorum bu öfkenin.
Öfkeliyim, hınçlıyım, yorgunum...
Faydalı bir hınç...Dinamik bir yorgunluk...
Kolestorolün bile faydalısı, tümörün bile iyi huylusu var. Umudunu kaybetme.
Biraz da vatansever bir öfke olduğunu düşünüyorum bu öfkenin.
Öfkeliyim, hınçlıyım, yorgunum...
Faydalı bir hınç...Dinamik bir yorgunluk...
Kolestorolün bile faydalısı, tümörün bile iyi huylusu var. Umudunu kaybetme.
Ben vereceğim oyumu. O bir tane oyumu da verceğim. Bütün hıncımı o kabinde alacağım.
Onlar için de, yani tatilciler, bronz üşengeçler, okeyciler, yorgun umursamazlar için de oy vermek çok isterdim lakin benim oyum bir tane.
Ve kime oy vereceğimi bilmiyorum.
Fakat kime oy vermeyeceğimi çok iyi biliyorum.
Şimdilik bu da yeter. Şimdilik bununla yetiniyorum.
Sonra...Sonrayı sonra konuşuruz...
Şimdilik bu da yeter. Şimdilik bununla yetiniyorum.
Sonra...Sonrayı sonra konuşuruz...
Herkese iyi tatiller!
Pazar, Temmuz 13, 2014
MATRİX
Aramız çok açık. Çok açtılar aramızı. Neredeyse, en açık havada,en olumlu ortamda bile, karşı tarafı göremeyeceğiz. Uğraştılar, çalıştılar, didindiler...başardılar. Aramızı çok açtılar. Bundan daha fazla bölünebileceğimizi sanmıyorum. Deneyebiliriz, ve deneyeceğiz de, fakat muvaffak olabileceğimizi sanmıyorum. Yine de ellerinden geleni yapacak bölücüler. Yani, İşi bölmek olanlar, işlerini yapacaklar. Bu bir meslek çünkü. İşi bölmek olanlar var. Profesyonel bölücüler var. Maaş alıyolar. Bir kısmı devletten alıyor hatta maaşlarını.
Ben kendi kendini bölmek isteyen başbakan, ülke, hükümet çok az gördüm;duydum.
Bir filimde görsem; "Abartmışlar!" derim.
Abarttılar da zaten.
Bölücü!
Sıfat
Kelime kökü: Böl
Bölen kişi,kurum,devlet...manasında
Sayın başbakan o bayrağı indiren çocuktan daha kararlı bence. Lakin direklere tırmanmak için epey yaşlı. Kendine has yöntemleri var ama onun da. Daha radikal, daha geçerli ve tehlikeli yöntemler.
"Gezi'nin arkasında kimvar?" diye merak ediyor musun sen hala?
Lakin bu halihazırda "MİTOLOJİK" özelliğni koruyor.
Faiz lobisi mi diyorsun hala?
Seni üzmek istemem ama...yani...
Faiz lobisi diye bir şey yok. Vallaha yok! Otomatik kapı çarpsın ki yok! Yeminlen yok!
Faiz lobisi tek boynuzlu at gibi bir şey. UNICORN. Elf gibi. Noel baba gibi. Bir hayal ürünü. Ve her hayal ürünü gibi inandığın sürece gerçek.
Bir çocuğa , yılbaşı sabahı, "Noel Babaya inanma!" diyemezsin. Gaddarlık olur bu. O çocuk kendi kendine öğrenir Noel Baba'nın "gerçek" olmadığını büyüyünce. Biz çoktan büyüdük epey. Koca insan olduk.
Ölüme, doğuma olduğundan daha yakın olanlarımız bile var hatta.
Faiz Lobisi diye bir şey yok. Yalan bu. Aslen, teknik olarak, bir çeviri hatası. Kötü niyetli bir algı yönetimi. Bir kandırmaca.
Porno Lobisi, Faiz Lobisinden daha "inandırıcı".
Bütün dünya bize düşman filan değil. İnan bana değil. Vallaha değil! At üzerinden şu "Dünya Kompleksini".
"Dünyaya fincan oynatacağız" kompleksinden uzaklaş artık. Biz oynayalım kendi aramızda "fincan oyunumuzu". Eğlenelim tatlı tatlı hep beraber kendi aramızda. Dünyayı neden karıştırıyorsun mevzuya?
Dünyanın umurunda değiliz biz. "ÇILGIN BİR PAZARIZ" dünya için sadece.
Sandığımız kadar "Korkmuyorlar" bizden. İnan bana korkmuyorlar. Stratejik ve coğrafi konumumuz eskisi kadar çok şey ifade etmiyor. Zira artık atla seyahat etmiyoruz.
IŞINLANMAYA ramak kaldı.
Haçlılar(!) artık Londra'dan bir biniyor uçağa; Hong-Kong'da iniyor.
Anlatabiliyor muyum?
Gezi'nin arkasında kim var biliyor musun?
"Camiide seks yaptılar, alem ayptılar, içki içtiler! GÖRÜNTÜLER var. GÖRÜNTÜLERİ CUMA günü yayınlayacağız! " diyen var.
Tövbeler olsun!
Onlarca cuma geçti. GÖRÜNTÜLER YAYINLANMADI. GÖRÜNTÜLER YOK çünkü!
Savcının, camii imamının ifadeleri var ama. "Alem yapılmadı. Sex partisi olmadı." dediler onlar.
İmam sürüldü. GÖRÜNTÜLER YAYINLANMADI imam sürülürken.
"Kabataş'ta başörtülü bacıma saldırdılar, ÜZERİNE İŞEDİLER, TACİZ ETTİLER!" diyen var Gezi'nin arkasında.
"Görüntüleri İZLEDİM! DURUM VAHİM!" diyenler var. Bunu diyen gazeteciler(!), siyasetçiler(!), insanlar (!) var Gezi'nin arkasında. Gerçek meslekleri bölücülük olanlar var. Maaşla çalışanlar.
"GÖRÜNTÜLERİ VAR.YAYINLAYACAĞIZ" diyenler var Gezi'nin arkasında.
Lakin görüntü yine yok. Yine yayınlanamadı görüntüler.
Görüntü yok çünkü! İtiraflar var ama!
"Benim HIYARLIĞIM!" diyen oldu aralarında o olmayan görüntüleri izleyenlerin. Kişinin kendini bilmesi önemli tabi. Olmayan görüntüleri izlemediğini itiraf etti yani sonunda. Allahtan mı korktu, vicdanını mı hatırladı, ahlaklı olmak mı istedi, bilemiyorum bu hıyar.
"Görüntüler" yayınlandı aslında. O "türbanlı bacının" görüntüleri yayınlandı. "Türbanlı bacının" aslen kimsenin saldırısına, çişine, tacizine maruz kalmadan, gayet rahat ve olağan şekilde Kabataşta yürürkenki o "görüntüleri yayınlandı. Görüntü de yok, Allahın sopası da yok.
Aman kimse kimseye saldırmasın zaten, üzerine işemesin, taciz etmesin.
Sana, sen her kimsen; kime oy verdiysen, kime inandıysan; sana, senin gözünün içine baka baka YALAN SÖYLEYEN var Gezi'nin arkasında.
Seni kışkırtmaya çalışan, bizi paramparça yapan hep aynı kişi.
Bil istedim bunu. Doğruyu en çok sen hak ediyorsun, en çok sen sömürülüyorsun çünkü. Kullanılan, manipüle edilen sensin çünkü en çok. Kandırıyorlar seni.
Bil istedim!
Sahi...
YALAN SÖYLEYENE ne deniyordu?
Ben kendi kendini bölmek isteyen başbakan, ülke, hükümet çok az gördüm;duydum.
Bir filimde görsem; "Abartmışlar!" derim.
Abarttılar da zaten.
Bölücü!
Sıfat
Kelime kökü: Böl
Bölen kişi,kurum,devlet...manasında
Sayın başbakan o bayrağı indiren çocuktan daha kararlı bence. Lakin direklere tırmanmak için epey yaşlı. Kendine has yöntemleri var ama onun da. Daha radikal, daha geçerli ve tehlikeli yöntemler.
"Gezi'nin arkasında kimvar?" diye merak ediyor musun sen hala?
Lakin bu halihazırda "MİTOLOJİK" özelliğni koruyor.
Faiz lobisi mi diyorsun hala?
Seni üzmek istemem ama...yani...
Faiz lobisi diye bir şey yok. Vallaha yok! Otomatik kapı çarpsın ki yok! Yeminlen yok!
Faiz lobisi tek boynuzlu at gibi bir şey. UNICORN. Elf gibi. Noel baba gibi. Bir hayal ürünü. Ve her hayal ürünü gibi inandığın sürece gerçek.
Bir çocuğa , yılbaşı sabahı, "Noel Babaya inanma!" diyemezsin. Gaddarlık olur bu. O çocuk kendi kendine öğrenir Noel Baba'nın "gerçek" olmadığını büyüyünce. Biz çoktan büyüdük epey. Koca insan olduk.
Ölüme, doğuma olduğundan daha yakın olanlarımız bile var hatta.
Faiz Lobisi diye bir şey yok. Yalan bu. Aslen, teknik olarak, bir çeviri hatası. Kötü niyetli bir algı yönetimi. Bir kandırmaca.
Porno Lobisi, Faiz Lobisinden daha "inandırıcı".
Bütün dünya bize düşman filan değil. İnan bana değil. Vallaha değil! At üzerinden şu "Dünya Kompleksini".
"Dünyaya fincan oynatacağız" kompleksinden uzaklaş artık. Biz oynayalım kendi aramızda "fincan oyunumuzu". Eğlenelim tatlı tatlı hep beraber kendi aramızda. Dünyayı neden karıştırıyorsun mevzuya?
Dünyanın umurunda değiliz biz. "ÇILGIN BİR PAZARIZ" dünya için sadece.
Sandığımız kadar "Korkmuyorlar" bizden. İnan bana korkmuyorlar. Stratejik ve coğrafi konumumuz eskisi kadar çok şey ifade etmiyor. Zira artık atla seyahat etmiyoruz.
IŞINLANMAYA ramak kaldı.
Haçlılar(!) artık Londra'dan bir biniyor uçağa; Hong-Kong'da iniyor.
Anlatabiliyor muyum?
Gezi'nin arkasında kim var biliyor musun?
"Camiide seks yaptılar, alem ayptılar, içki içtiler! GÖRÜNTÜLER var. GÖRÜNTÜLERİ CUMA günü yayınlayacağız! " diyen var.
Tövbeler olsun!
Onlarca cuma geçti. GÖRÜNTÜLER YAYINLANMADI. GÖRÜNTÜLER YOK çünkü!
Savcının, camii imamının ifadeleri var ama. "Alem yapılmadı. Sex partisi olmadı." dediler onlar.
İmam sürüldü. GÖRÜNTÜLER YAYINLANMADI imam sürülürken.
"Kabataş'ta başörtülü bacıma saldırdılar, ÜZERİNE İŞEDİLER, TACİZ ETTİLER!" diyen var Gezi'nin arkasında.
"Görüntüleri İZLEDİM! DURUM VAHİM!" diyenler var. Bunu diyen gazeteciler(!), siyasetçiler(!), insanlar (!) var Gezi'nin arkasında. Gerçek meslekleri bölücülük olanlar var. Maaşla çalışanlar.
"GÖRÜNTÜLERİ VAR.YAYINLAYACAĞIZ" diyenler var Gezi'nin arkasında.
Lakin görüntü yine yok. Yine yayınlanamadı görüntüler.
Görüntü yok çünkü! İtiraflar var ama!
"Benim HIYARLIĞIM!" diyen oldu aralarında o olmayan görüntüleri izleyenlerin. Kişinin kendini bilmesi önemli tabi. Olmayan görüntüleri izlemediğini itiraf etti yani sonunda. Allahtan mı korktu, vicdanını mı hatırladı, ahlaklı olmak mı istedi, bilemiyorum bu hıyar.
"Görüntüler" yayınlandı aslında. O "türbanlı bacının" görüntüleri yayınlandı. "Türbanlı bacının" aslen kimsenin saldırısına, çişine, tacizine maruz kalmadan, gayet rahat ve olağan şekilde Kabataşta yürürkenki o "görüntüleri yayınlandı. Görüntü de yok, Allahın sopası da yok.
Aman kimse kimseye saldırmasın zaten, üzerine işemesin, taciz etmesin.
Sana, sen her kimsen; kime oy verdiysen, kime inandıysan; sana, senin gözünün içine baka baka YALAN SÖYLEYEN var Gezi'nin arkasında.
Seni kışkırtmaya çalışan, bizi paramparça yapan hep aynı kişi.
Bil istedim bunu. Doğruyu en çok sen hak ediyorsun, en çok sen sömürülüyorsun çünkü. Kullanılan, manipüle edilen sensin çünkü en çok. Kandırıyorlar seni.
Bil istedim!
Sahi...
YALAN SÖYLEYENE ne deniyordu?
Cuma, Temmuz 11, 2014
SİNİR BOZAN KOREOGRAFİ
27.8K tweeet geçmiş aramızda.
27.8K!
Çoğunda da, bana tanınan hakkı sonuna kadar kullandığım düşünülürse; 27.8K X 140 .
"Günlük tweet" ortalamam; 12.8 .
Lakin anlatamamışım. Hala anlayamayanlar olduğunu görünce; bunu anlıyorum. Anlatamamışım.
Hatayı kendimde arıyorum. Bir yerde bir şeyleri noksan bırakmışım sanırım.
"İfade etmenin", benim için bir saplantı olduğu düşünülecek olursa, vazgeçmem kolay kolay.
"İfade etmeyi" bırakamam.
Kolayı bıraktım mesela. Fakat ifade etmeyi bırakamam.
Ben bıraksam; o beni bırakmaz.
Dövme gibi! Dövmeye olan zaafım da bundan.
Hep peşimde zaten saplantım. Basit bir alışkanlığı saplantılaştıran da budur.
Saplantı, alışkanlığın tutkulusu,tehlikelisidir.
Her attığım adımda peşimde.
Ensemde. Dans ediyoruz sanki. Dansı kim idare ediyor, pek emin değilim.
Sinir bozan bir koreografi adeta. Çok senkronizeyiz.
Bir gerçek, ve onun gölgesi gibi.
Ciddiye alan biriyim, ondan olabilir bu. Ciddiye almanın bir yan etkisi olabilir bu.
Saplantılı olmak, hasta işidir biraz.
Belki biraz hastayım Bana sğlıklı birini göster lütfen! Göster ki; hasta mıyı, değil miyim anlayayım.
Suya sabuna dokunan biriyim. Mikrop sevmiyorum çünkü.
Teknik olarak; Suya sabuna dokunmayan, pistir. Mikropludur.
Pis insan sevmem ben. Mikroplu pis insanlarda nefret ederim.
"Ciddiye alan" biriyim. "hiçciddiyealmayan" birine göre, epey ciddiye alan biriyim.
Ciddiye almayanların, karşıt maddesiyim.
Onu ciddiye alma, bunu ciddiye alma, o öyledir, bu şöyledir diye diye gelmedi mi zaten bütün bunlar başımıza?
Ciddiye almamaya programlanmadık mı biz? ne çektiysek, umursamamaktan çekmedik mi?
Hep, "Bize bir şey olmaz, Anıtkabir bizi korur!" demedik mi?
Bak neredeyiz şimdi? Bak kimleri en çok ciddiye alıyoruz şimdi!
Bak, millet uzayda,uzay otelinde kalırken, biz nelerle uğraşıyoruz?
Yıldız Tilbe'yle uğraşıyoruz mesela.
Yıldız Tilbe'yi de ciddiye alıyorum mesela ben.
Düşün artık ne kadar ciddiiye aldığımı.
"Delikanlım" güzel şarkıdır.
Yıldız Tilbe'yi ciddiye almaya devam da edeceğim.
Ta ki, kendisi "Rapor" alıp, bu raporu tüm dünya ile paylaşana kadar!
Kendisini 300 bin kişinin takip etmesini ciddiye alıyorum.
300K!
Kaldı ki bu 300 bin kişinin, 299 bini neden kendisini takip ediyo, tahmin edebiliyorum.
Eğlenmek herkesin hakkı.
Oysa beni gayet "yıldız tibe,nihat doğan,hilalcebeci...vs.. free" bir hayatım var.
Onlar olmadan da eğleniyorum, inan bana! Yemin ederim!
Lakin "2x2=6" demek ile, "HİTLER AZ YAPMIŞ" demek arasında bir fark olduğunu, çok büyük bir fark olduğunu söylememe gerek yok sanırım?
Biri, eğlenceli bir aritmetik hata iken; diğeri SUÇTUR. ÇOK BÜYÜK BİR SUÇTUR ÜSTELİK.
Federal Almanya anayasasının ilk 3 maddesini oku derim bir.
"HİTLER AZ YAPMIŞ" bir NAZİ SÖYLEMİDİR ve nazi söylemi, dünyanın her yerinde suçtur.
Dünyanın başka hiçbir ülkesinde, RAPORU OLMAYAN hiç kimseye söyletmezler bunu. RAPORU OLMAYAN hiç kimsenin yanına kar kalmaz bu söylem.
Dünya tarihinin bu en büyük suçunu,bu en büyük,en vahşi soykırımını; bugünkü İSRAİL DEVLETİNİN GAZZEDEKİ KATLİAMINI anlatırken kullanmak, iki yanlışı bir doğru yapma gayreti içinde olmak da korkunç bir hatadır.
Bu korku tünelinden, bir an önce, hep beraber çıkmamız lazım.
Bu "OH OLSUNCULUĞU", bu "MUSEVİLERE AZ YAPMIŞLAR ZATENCİLİĞİ",
NAZİLERİN, milyonlarca yahudinin, kadını-erkek-yaşlı-çocuk-bebek, yakmasını; bir devlet politikası olarak sistematik şekilde yok etmek istemesini bugüne, bugünkü İSRAİL DEVLETİNE duyulan nefreti açıklarken kullanmak; bu soykırımı, bir şekilde,korkunç bir intikamcılıkla gerekçelendirmeye çalışmak da, azımsanacak bir nefret değildir.
Suçlu olan İSRAİL DEVLETİDİR; MUSEVİLER DEĞİL!
ÖLEN HEP İNSANDIR,ÇOCKTUR,KADINDIR,ERKEKTİR,SİVİLDİR,YAŞLIDIR!
Ve umarım , GAZZE'DEKİ bu katliam emrini verenlerin, bu vahşeti destekleyenlerin sonu; NAZİLER gibi NÜRNBERG olur!
Ben yine unuttum kahvaltı etmeyi!
27.8K!
Çoğunda da, bana tanınan hakkı sonuna kadar kullandığım düşünülürse; 27.8K X 140 .
"Günlük tweet" ortalamam; 12.8 .
Lakin anlatamamışım. Hala anlayamayanlar olduğunu görünce; bunu anlıyorum. Anlatamamışım.
Hatayı kendimde arıyorum. Bir yerde bir şeyleri noksan bırakmışım sanırım.
"İfade etmenin", benim için bir saplantı olduğu düşünülecek olursa, vazgeçmem kolay kolay.
"İfade etmeyi" bırakamam.
Kolayı bıraktım mesela. Fakat ifade etmeyi bırakamam.
Ben bıraksam; o beni bırakmaz.
Dövme gibi! Dövmeye olan zaafım da bundan.
Hep peşimde zaten saplantım. Basit bir alışkanlığı saplantılaştıran da budur.
Saplantı, alışkanlığın tutkulusu,tehlikelisidir.
Her attığım adımda peşimde.
Ensemde. Dans ediyoruz sanki. Dansı kim idare ediyor, pek emin değilim.
Sinir bozan bir koreografi adeta. Çok senkronizeyiz.
Bir gerçek, ve onun gölgesi gibi.
Ciddiye alan biriyim, ondan olabilir bu. Ciddiye almanın bir yan etkisi olabilir bu.
Saplantılı olmak, hasta işidir biraz.
Belki biraz hastayım Bana sğlıklı birini göster lütfen! Göster ki; hasta mıyı, değil miyim anlayayım.
Suya sabuna dokunan biriyim. Mikrop sevmiyorum çünkü.
Teknik olarak; Suya sabuna dokunmayan, pistir. Mikropludur.
Pis insan sevmem ben. Mikroplu pis insanlarda nefret ederim.
"Ciddiye alan" biriyim. "hiçciddiyealmayan" birine göre, epey ciddiye alan biriyim.
Ciddiye almayanların, karşıt maddesiyim.
Onu ciddiye alma, bunu ciddiye alma, o öyledir, bu şöyledir diye diye gelmedi mi zaten bütün bunlar başımıza?
Ciddiye almamaya programlanmadık mı biz? ne çektiysek, umursamamaktan çekmedik mi?
Hep, "Bize bir şey olmaz, Anıtkabir bizi korur!" demedik mi?
Bak neredeyiz şimdi? Bak kimleri en çok ciddiye alıyoruz şimdi!
Bak, millet uzayda,uzay otelinde kalırken, biz nelerle uğraşıyoruz?
Yıldız Tilbe'yle uğraşıyoruz mesela.
Yıldız Tilbe'yi de ciddiye alıyorum mesela ben.
Düşün artık ne kadar ciddiiye aldığımı.
"Delikanlım" güzel şarkıdır.
Yıldız Tilbe'yi ciddiye almaya devam da edeceğim.
Ta ki, kendisi "Rapor" alıp, bu raporu tüm dünya ile paylaşana kadar!
Kendisini 300 bin kişinin takip etmesini ciddiye alıyorum.
300K!
Kaldı ki bu 300 bin kişinin, 299 bini neden kendisini takip ediyo, tahmin edebiliyorum.
Eğlenmek herkesin hakkı.
Oysa beni gayet "yıldız tibe,nihat doğan,hilalcebeci...vs.. free" bir hayatım var.
Onlar olmadan da eğleniyorum, inan bana! Yemin ederim!
Lakin "2x2=6" demek ile, "HİTLER AZ YAPMIŞ" demek arasında bir fark olduğunu, çok büyük bir fark olduğunu söylememe gerek yok sanırım?
Biri, eğlenceli bir aritmetik hata iken; diğeri SUÇTUR. ÇOK BÜYÜK BİR SUÇTUR ÜSTELİK.
Federal Almanya anayasasının ilk 3 maddesini oku derim bir.
"HİTLER AZ YAPMIŞ" bir NAZİ SÖYLEMİDİR ve nazi söylemi, dünyanın her yerinde suçtur.
Dünyanın başka hiçbir ülkesinde, RAPORU OLMAYAN hiç kimseye söyletmezler bunu. RAPORU OLMAYAN hiç kimsenin yanına kar kalmaz bu söylem.
Dünya tarihinin bu en büyük suçunu,bu en büyük,en vahşi soykırımını; bugünkü İSRAİL DEVLETİNİN GAZZEDEKİ KATLİAMINI anlatırken kullanmak, iki yanlışı bir doğru yapma gayreti içinde olmak da korkunç bir hatadır.
Bu korku tünelinden, bir an önce, hep beraber çıkmamız lazım.
Bu "OH OLSUNCULUĞU", bu "MUSEVİLERE AZ YAPMIŞLAR ZATENCİLİĞİ",
NAZİLERİN, milyonlarca yahudinin, kadını-erkek-yaşlı-çocuk-bebek, yakmasını; bir devlet politikası olarak sistematik şekilde yok etmek istemesini bugüne, bugünkü İSRAİL DEVLETİNE duyulan nefreti açıklarken kullanmak; bu soykırımı, bir şekilde,korkunç bir intikamcılıkla gerekçelendirmeye çalışmak da, azımsanacak bir nefret değildir.
Suçlu olan İSRAİL DEVLETİDİR; MUSEVİLER DEĞİL!
ÖLEN HEP İNSANDIR,ÇOCKTUR,KADINDIR,ERKEKTİR,SİVİLDİR,YAŞLIDIR!
Ve umarım , GAZZE'DEKİ bu katliam emrini verenlerin, bu vahşeti destekleyenlerin sonu; NAZİLER gibi NÜRNBERG olur!
Ben yine unuttum kahvaltı etmeyi!
Çarşamba, Temmuz 09, 2014
ÜNLÜLER...ÜNLÜLERİMİZ!
Bir ülkenin sosyal statüsünün, IQ'sunun, gelişmişlik düzeyinin sağlaması 3 noktadan yapılabilir kolayca:
1-Reklam kuşakları
2-Taksileri
3-Ünlüleri
Memleketimizin ünlüleri iki'ye (2) ayrılır mesela:
Kadın ve Erkek olmak üzere.
Şaka yaptım.
"Ben o konuya girmiyorumcular" ve "Ben o konuya giriyorumcular."
Mesela ben şimdi bu konuya gireceğim. Üstelik ben ünlü de değilim.
"Ben o konuya girmiyorumcular", adından da anlaşılacağı gibi, hiçbir konuya "girmezler". Her ne kadar o konular hepimizin hayatına girmiş olsa da; bu türün ünlüleri, o konuların sağından-solundan, üzerinden-altından geciverirler.
Bence bu müthiş bir meziyet. Herkes yapamaz.
Zaten herkes yapamadığı için onlar "özeldir". Çok özeldir hatta.
Çok özel, Çok zengin ve çok popüler.
Umursamazlar. Umursayanları yok sayarlar. Umusamazlar.
Onlarla sinemaya bile gitmezler. Görüşmezler. Telefonlarını açmazlar. Sevgili olmazlar.
Hiç risk almazlar. Alamazlar. Fizksel bir engelleri de yoktur aslında. İsteseler alırlar. Lakin istemezler! Bilerek istemezler! Zira risk alan; para kaybedebilir. Şöhreti azalabilir. Bunu hiç istemez bu tür ünlüler.
Jipleri vardır hepsinin. Genelde beyaz jipler. Aşırı pahalı spor arabaları vardır. Arabaları o kadar güzel, parlak, havalı ve pahalıdır ki; arabaları park halindeyken bile başlarına adam dikerler bir şey olmasın diye. İSPARK'a güvenmezler.
Elektrikli araba kullanan ünlümüz var mı?
Niye olsun ki? Beyaz jip alacak paraları varken...?
Zaten eminim, GEORGE CLOONEY'in beyaz jip alacak parası yoktur.
Her 3 kişden 1'inin magazinci olduğu semtlere giderler bu kapıları yukarı doğru açılan spor arabalarıyla, koca beyaz jipleriyle ve her nasılsa; o magazinciler onları görüntülediğinde, yani işlerini yaptığında, kızarlar. Öfke nöbetleri geçirirler.
Büyücüdür her biri!
Hep alırlar. Toplum onlara ne verirse,alırlar. Ama hiç vermezler.
"TOPLUMA GERİ VERMEK" gibi bir nosyonları hiç yoktur. Onları baş tacı edenlere hiç bir şey vermezler geri. Hep alırlar.
Cimri ve bencil birer Robin Hood'dur onlar. Her şeylerini alırlar onları pamuklara saranlardan.
Zamanlarını, ilgilerini, sevgilerini, dualarını alırlar.
Karşılığında berbat,sıkıcı ve aynı şarkılar yaparlar bu ganimetlerle. Ya da harikulade dizilerde oynarlar.
Daha ne yapsınlar? Onlar da böyle mutludur.
Çok mutlu, çok zengin, çok şöhretli, çok popüler...
"Ben o konuya giriyorumcular" da, adından anlaşılacağı üzere, o konulara girerler. Risk alırlar. Fikir beyan ederler. Belki kariyerini yakanlar bile olur aralarında, çok para kaybederler ama pek sallamazlar.
Tutamazlar kendilerini. Başka türlüsünü bilmezler.
Umursamak bir refleks olmalı.
Bir parçası oldukları toplumu iyileştirmek, doğruları söylemektir gayeleri. Bu türün ünlüleri, "Halka inmezler" mesela. Halklarıyla beraber yükselmek isterler. Kırıp dökmeden, sövmeden, saldırmadan...Sadece düşünerek, düşündüğünü ifade ederek. Geri vermek isterler sadece.
Aldıklarının birazını geri vermek!
Toplu taşıma kullanır, geri-dönüşüm yapar, duşta suyu idareli kullanırlar. Dünya vatandaşıdır onlar.
İyi müzik yapmak, adam gibi işlerde olmak isterler.
Beren Saat de konuştu geçen günlerin birinde. "ilk sözlerini" söyledi. Adım attı.
"Eski Türkiye'yi, 90'ların Türkiyesini özlediğini" itiraf etti. "Tutamadı" belki de artık kendini.
Kenan'la yakışıyorlar birbirlerine.
O da, "o konuya" girdi.
Bunu çok önemsiyorum zira Beren Hanımın milyonlarca insana, her hanede, erişim hızını,etikisini önemsiyorum.
Her haneyi önemsiyorum.
Benden daha fazla dikkate alınacağını biliyorum. Hiç üzülmüyorum, hiç kıskanmIyorum.
Aksine...buna çok seviniyorum.
Umarım devam eder. Çok güzel olmak, çok güzel bakmak, işini çok iyi yapmak dışında; topluma geri verir.
Ona tacını veren topluma!
Gerçi olanlar oldu; ölenler öldü...
Ama yine de...bu da bir bir şeydir!
Darısı diğer türün başına.
1-Reklam kuşakları
2-Taksileri
3-Ünlüleri
Memleketimizin ünlüleri iki'ye (2) ayrılır mesela:
Kadın ve Erkek olmak üzere.
Şaka yaptım.
"Ben o konuya girmiyorumcular" ve "Ben o konuya giriyorumcular."
Mesela ben şimdi bu konuya gireceğim. Üstelik ben ünlü de değilim.
"Ben o konuya girmiyorumcular", adından da anlaşılacağı gibi, hiçbir konuya "girmezler". Her ne kadar o konular hepimizin hayatına girmiş olsa da; bu türün ünlüleri, o konuların sağından-solundan, üzerinden-altından geciverirler.
Bence bu müthiş bir meziyet. Herkes yapamaz.
Zaten herkes yapamadığı için onlar "özeldir". Çok özeldir hatta.
Çok özel, Çok zengin ve çok popüler.
Umursamazlar. Umursayanları yok sayarlar. Umusamazlar.
Onlarla sinemaya bile gitmezler. Görüşmezler. Telefonlarını açmazlar. Sevgili olmazlar.
Hiç risk almazlar. Alamazlar. Fizksel bir engelleri de yoktur aslında. İsteseler alırlar. Lakin istemezler! Bilerek istemezler! Zira risk alan; para kaybedebilir. Şöhreti azalabilir. Bunu hiç istemez bu tür ünlüler.
Jipleri vardır hepsinin. Genelde beyaz jipler. Aşırı pahalı spor arabaları vardır. Arabaları o kadar güzel, parlak, havalı ve pahalıdır ki; arabaları park halindeyken bile başlarına adam dikerler bir şey olmasın diye. İSPARK'a güvenmezler.
Elektrikli araba kullanan ünlümüz var mı?
Niye olsun ki? Beyaz jip alacak paraları varken...?
Zaten eminim, GEORGE CLOONEY'in beyaz jip alacak parası yoktur.
Her 3 kişden 1'inin magazinci olduğu semtlere giderler bu kapıları yukarı doğru açılan spor arabalarıyla, koca beyaz jipleriyle ve her nasılsa; o magazinciler onları görüntülediğinde, yani işlerini yaptığında, kızarlar. Öfke nöbetleri geçirirler.
Büyücüdür her biri!
Hep alırlar. Toplum onlara ne verirse,alırlar. Ama hiç vermezler.
"TOPLUMA GERİ VERMEK" gibi bir nosyonları hiç yoktur. Onları baş tacı edenlere hiç bir şey vermezler geri. Hep alırlar.
Cimri ve bencil birer Robin Hood'dur onlar. Her şeylerini alırlar onları pamuklara saranlardan.
Zamanlarını, ilgilerini, sevgilerini, dualarını alırlar.
Karşılığında berbat,sıkıcı ve aynı şarkılar yaparlar bu ganimetlerle. Ya da harikulade dizilerde oynarlar.
Daha ne yapsınlar? Onlar da böyle mutludur.
Çok mutlu, çok zengin, çok şöhretli, çok popüler...
"Ben o konuya giriyorumcular" da, adından anlaşılacağı üzere, o konulara girerler. Risk alırlar. Fikir beyan ederler. Belki kariyerini yakanlar bile olur aralarında, çok para kaybederler ama pek sallamazlar.
Tutamazlar kendilerini. Başka türlüsünü bilmezler.
Umursamak bir refleks olmalı.
Bir parçası oldukları toplumu iyileştirmek, doğruları söylemektir gayeleri. Bu türün ünlüleri, "Halka inmezler" mesela. Halklarıyla beraber yükselmek isterler. Kırıp dökmeden, sövmeden, saldırmadan...Sadece düşünerek, düşündüğünü ifade ederek. Geri vermek isterler sadece.
Aldıklarının birazını geri vermek!
Toplu taşıma kullanır, geri-dönüşüm yapar, duşta suyu idareli kullanırlar. Dünya vatandaşıdır onlar.
İyi müzik yapmak, adam gibi işlerde olmak isterler.
Beren Saat de konuştu geçen günlerin birinde. "ilk sözlerini" söyledi. Adım attı.
"Eski Türkiye'yi, 90'ların Türkiyesini özlediğini" itiraf etti. "Tutamadı" belki de artık kendini.
Kenan'la yakışıyorlar birbirlerine.
O da, "o konuya" girdi.
Bunu çok önemsiyorum zira Beren Hanımın milyonlarca insana, her hanede, erişim hızını,etikisini önemsiyorum.
Her haneyi önemsiyorum.
Benden daha fazla dikkate alınacağını biliyorum. Hiç üzülmüyorum, hiç kıskanmIyorum.
Aksine...buna çok seviniyorum.
Umarım devam eder. Çok güzel olmak, çok güzel bakmak, işini çok iyi yapmak dışında; topluma geri verir.
Ona tacını veren topluma!
Gerçi olanlar oldu; ölenler öldü...
Ama yine de...bu da bir bir şeydir!
Darısı diğer türün başına.
Salı, Temmuz 08, 2014
MÜSLÜMAN HAÇLILAR
Garip bir "rönesans" anlayışları var.
Bir nevi rönesansta, rönesans yaptılar anladığım kadarıyla. Daha doğrusu; anlayamadığım kadarıyla! "Değiştirdiler" epey islamiyeti.
Güncellediler.
Lakin bunu "evrensel normlarla", çağa uymak için değil; RANT için yaptılar.
RANT.
Norveçli bir peygamber adı gibi.
Allahı para olanların, peygamberi de Rant olur tabi. Gayet normal.
Bu İSLAMİ RÖNESANSI(!) anlamadım ki ben!
Bir şey anladığım da yok zaten. Anlamamakla geçiyor günlerim şu sıralar yine.
Hobi olarak; "anlamıyorum".
Zaman zaman kendimi bir at gibi hissediyorum. Yulaftan sanırım. Atlaştım iyice!
Arap atı oldum sanki!
Üst beynimi devre dışı bırakıp, diğeriyle; alt beynimle idare etmeye gayret ediyorum. Kim bilir; belki üst beyne ihtiyacım yoktur sandığım kadar? Referans olarak da kendime; ülkemde yaşayan milyonları alıyorum bunu yaparken. Onlar başarabiliyorsa, ben de başarabilirim.
Sadece seks, yemek, içmek...
Bana ne denirse yapmak...
Sormadan, sorgulamadan...
Seks...yemek...içmek...
Değişti "bunların" ellerinde İSLAMİYET. "Müslüman" , "mümin", "gerçek inanan", "dindar" dediğimiz değişti. Gelişti diyemem. Değişti işte!
Halbuki "ÇAĞRI" ne güzel filmdir.
Benim dindar insanla hiçbir problemim olmaz. Benim derdim "dinci" insanla.
Dinci! -ci yapım eki. Din+ci=Dinci
Dinci! "Din satan" kimse.
Simitçi gibi.
"Müslüman" olmak yetmiyor artık. "Bunların istediği, dikte ettiği tür bir müslüman" olmak gerek.
ONA değil; bunlara inanmak gerek.
Hesabı ONA değil; bunlara vermek gerek.
"Camii yakan müslümanlar(!) var mesela.
"Camii yakan müslüman!"
Sana da biraz çelişkili gelmiyor mu? Haçlı mı bunlar yoksa?
Müslüman Haçlılar!
"KABE'Yİ YIKMAK İSTİYOR" bu sözde müslümanlar. Evet! Kabe'yi! Bildiğin Kabe'yi!
Akılları da İstanbul'da. "Arkaları" sağlam burada.
"Gözüne girmen gerekenler" değişti. Aramıza girdiler. Çoktan girdiler "ARAMIZA" . Biz kimse giremez sanıyorduk aramıza. Öyle öğretti herkese; müslümanlığı öğreten.
Dedi ki; "KUL İLE HAK ARASINA KİMSE GİREMEZ" dedi. Bunu merkeze koydu. Önceledi bunu.
"Kul hakkı!" dedi. "Kul hakkı!"
Anneannelerimiz, dedelerimiz, büyükbabalarımız, büyükannelerimiz da defalarca tekrar etti bunu.
Biz böyle bildik; böyle öğrendik. Sonra bir takım "sapıklar" türedi.
"HAMİLE KADINA HALLENEN, HAMİLE KADIN FETİŞİ" olan, sözde islam bilginleri, şarlatanlar çıktı ortaya. "Sahur Sohbetleri" yapıyo bu Kamasutracılar!
Biri, "KADINA BAKARKEN BOŞALIRSAN; ORUCUN BOZULMAZ!" dedi sonra.
Ne içmişti bunu söylemeden, bilemiyorum. Belli ki oruç yaramıyor bazılarına.
"KADIN KISIRSA; ERKEK 2. EŞİ ALABİLİR." dedi bir başkası, bir kadın programında. Kadın itiraz etmedi.
"Tersi olursa ne olur?" diye sormadı kimse. Dinledi herkes.
AT GİBİ.
Allah...Tanrı...Budha...Evren...Karma...Enerji...Uzaylılar...
Kim neye inanmak isterse inansın.
"AKIL", herkesi, "YOBAZDAN" korusun...
Sonumuz hayır olsun.
Bir nevi rönesansta, rönesans yaptılar anladığım kadarıyla. Daha doğrusu; anlayamadığım kadarıyla! "Değiştirdiler" epey islamiyeti.
Güncellediler.
Lakin bunu "evrensel normlarla", çağa uymak için değil; RANT için yaptılar.
RANT.
Norveçli bir peygamber adı gibi.
Allahı para olanların, peygamberi de Rant olur tabi. Gayet normal.
Bu İSLAMİ RÖNESANSI(!) anlamadım ki ben!
Bir şey anladığım da yok zaten. Anlamamakla geçiyor günlerim şu sıralar yine.
Hobi olarak; "anlamıyorum".
Zaman zaman kendimi bir at gibi hissediyorum. Yulaftan sanırım. Atlaştım iyice!
Arap atı oldum sanki!
Üst beynimi devre dışı bırakıp, diğeriyle; alt beynimle idare etmeye gayret ediyorum. Kim bilir; belki üst beyne ihtiyacım yoktur sandığım kadar? Referans olarak da kendime; ülkemde yaşayan milyonları alıyorum bunu yaparken. Onlar başarabiliyorsa, ben de başarabilirim.
Sadece seks, yemek, içmek...
Bana ne denirse yapmak...
Sormadan, sorgulamadan...
Seks...yemek...içmek...
Değişti "bunların" ellerinde İSLAMİYET. "Müslüman" , "mümin", "gerçek inanan", "dindar" dediğimiz değişti. Gelişti diyemem. Değişti işte!
Halbuki "ÇAĞRI" ne güzel filmdir.
Benim dindar insanla hiçbir problemim olmaz. Benim derdim "dinci" insanla.
Dinci! -ci yapım eki. Din+ci=Dinci
Dinci! "Din satan" kimse.
Simitçi gibi.
"Müslüman" olmak yetmiyor artık. "Bunların istediği, dikte ettiği tür bir müslüman" olmak gerek.
ONA değil; bunlara inanmak gerek.
Hesabı ONA değil; bunlara vermek gerek.
"Camii yakan müslümanlar(!) var mesela.
"Camii yakan müslüman!"
Sana da biraz çelişkili gelmiyor mu? Haçlı mı bunlar yoksa?
Müslüman Haçlılar!
"KABE'Yİ YIKMAK İSTİYOR" bu sözde müslümanlar. Evet! Kabe'yi! Bildiğin Kabe'yi!
Akılları da İstanbul'da. "Arkaları" sağlam burada.
"Gözüne girmen gerekenler" değişti. Aramıza girdiler. Çoktan girdiler "ARAMIZA" . Biz kimse giremez sanıyorduk aramıza. Öyle öğretti herkese; müslümanlığı öğreten.
Dedi ki; "KUL İLE HAK ARASINA KİMSE GİREMEZ" dedi. Bunu merkeze koydu. Önceledi bunu.
"Kul hakkı!" dedi. "Kul hakkı!"
Anneannelerimiz, dedelerimiz, büyükbabalarımız, büyükannelerimiz da defalarca tekrar etti bunu.
Biz böyle bildik; böyle öğrendik. Sonra bir takım "sapıklar" türedi.
"HAMİLE KADINA HALLENEN, HAMİLE KADIN FETİŞİ" olan, sözde islam bilginleri, şarlatanlar çıktı ortaya. "Sahur Sohbetleri" yapıyo bu Kamasutracılar!
Biri, "KADINA BAKARKEN BOŞALIRSAN; ORUCUN BOZULMAZ!" dedi sonra.
Ne içmişti bunu söylemeden, bilemiyorum. Belli ki oruç yaramıyor bazılarına.
"KADIN KISIRSA; ERKEK 2. EŞİ ALABİLİR." dedi bir başkası, bir kadın programında. Kadın itiraz etmedi.
"Tersi olursa ne olur?" diye sormadı kimse. Dinledi herkes.
AT GİBİ.
Allah...Tanrı...Budha...Evren...Karma...Enerji...Uzaylılar...
Kim neye inanmak isterse inansın.
"AKIL", herkesi, "YOBAZDAN" korusun...
Sonumuz hayır olsun.
Pazar, Temmuz 06, 2014
ŞOFÖR
Djokovic ve Federer'le randevum vardı ne güzel.
Çimlere yayılacaktık ne güzel.
Randevumuzun saatin bekliyordum evde ne güzel.
Dün akşam şahane insanlarla, şahane bir #kafamadaböceklervar seansı yapmıştık ne güzel.
Saçma bir mutluluk, yersiz bir keyif vardı üzerimde. Korkarım böyle zamanlarda.
Federer'i de abim gibi severim. Oysa büyüğüm ondan.
Sonra, yanlışlıkla, gözüm twitter'da yerel TT listesine kaydı. Engel olamadım.
Salağımdır çünkü ben.
Kör olabilmeli bazen insan. Ben olamadım. Vizörü kapayamadım.
Ve...
Ve...
Dilim varmıyor bunu yazmaya...
"KARMA EĞİTİM KALDIRILSIN" gibi çirkin bir şey gördüm o listede. Birileri öldürmek istiyor bu ülkeyi.
Sırada hangi hashtag var diye düşündüm mesela.
#KIZ ÇOCUKLARINI ÇÖLE GÖMELİM
Bu "Yeni Türkiye" dedikleri var ya; işte o "ESKİ İRAN" aslında.
Her yeni olan şey, iyi midir sanıyosun?
Bu "YENİ TÜRKİYE" tehlikeli.
Dünya için. İnsanlık için tehlikeli.
Twitter'ı azaltmam lazım biraz.
Einstein haksızmış. Albert yanılmış.
Hani zaman makinesi imkansızdı? Hani zamanda yolculuk mümkün değildi? Biz başardık. Yaptık makineyi.
Orta Çağ'a döndük.
Karanlıktan belli değil mi? Sen güneşe ne bakıyorsun? Güneşin işi seni kandırmak. Aldanma. Kandırma kendini. İzin verme güneşe.
Tünel var; evet.
Işık var tünelin ucunda; evet.
Ama ışık karanlık.
Tünelin sonunda IŞİD var.
Hiçbir şey yapmasa insan; dursa sadece, tırnakları uzuyor. Saçı uzuyor. Zaman hep ileri gider.
Biz nasıl çevirdik zamanın yönünü? Bunu nasıl başardık biz?
Ülke olarak "NOBEL" almalıyız. "MODEL" ülkeyiz; evet.
Peki kaç modeliz?
Şu an hangi yıldayız biz? Kaç haneli şu an içinde bulunduğumuz yıl?
Otobüslerde şoför, "GERİYE DOĞRU İLERLEYELİM!" der ya hani; işte biz tam o durumdayız.
Şoför kim, bil bakalım!
Çimlere yayılacaktık ne güzel.
Randevumuzun saatin bekliyordum evde ne güzel.
Dün akşam şahane insanlarla, şahane bir #kafamadaböceklervar seansı yapmıştık ne güzel.
Saçma bir mutluluk, yersiz bir keyif vardı üzerimde. Korkarım böyle zamanlarda.
Federer'i de abim gibi severim. Oysa büyüğüm ondan.
Sonra, yanlışlıkla, gözüm twitter'da yerel TT listesine kaydı. Engel olamadım.
Salağımdır çünkü ben.
Kör olabilmeli bazen insan. Ben olamadım. Vizörü kapayamadım.
Ve...
Ve...
Dilim varmıyor bunu yazmaya...
"KARMA EĞİTİM KALDIRILSIN" gibi çirkin bir şey gördüm o listede. Birileri öldürmek istiyor bu ülkeyi.
Sırada hangi hashtag var diye düşündüm mesela.
#KIZ ÇOCUKLARINI ÇÖLE GÖMELİM
Bu "Yeni Türkiye" dedikleri var ya; işte o "ESKİ İRAN" aslında.
Her yeni olan şey, iyi midir sanıyosun?
Bu "YENİ TÜRKİYE" tehlikeli.
Dünya için. İnsanlık için tehlikeli.
Twitter'ı azaltmam lazım biraz.
Einstein haksızmış. Albert yanılmış.
Hani zaman makinesi imkansızdı? Hani zamanda yolculuk mümkün değildi? Biz başardık. Yaptık makineyi.
Orta Çağ'a döndük.
Karanlıktan belli değil mi? Sen güneşe ne bakıyorsun? Güneşin işi seni kandırmak. Aldanma. Kandırma kendini. İzin verme güneşe.
Tünel var; evet.
Işık var tünelin ucunda; evet.
Ama ışık karanlık.
Tünelin sonunda IŞİD var.
Hiçbir şey yapmasa insan; dursa sadece, tırnakları uzuyor. Saçı uzuyor. Zaman hep ileri gider.
Biz nasıl çevirdik zamanın yönünü? Bunu nasıl başardık biz?
Ülke olarak "NOBEL" almalıyız. "MODEL" ülkeyiz; evet.
Peki kaç modeliz?
Şu an hangi yıldayız biz? Kaç haneli şu an içinde bulunduğumuz yıl?
Otobüslerde şoför, "GERİYE DOĞRU İLERLEYELİM!" der ya hani; işte biz tam o durumdayız.
Şoför kim, bil bakalım!
Cumartesi, Temmuz 05, 2014
GERÇEK ÇOCUKLAR
Bazen üresem mi acaba diyorum? Birine bir genetik miras bıraksam mı?
Birine bunu yapmaya hakkkım var mı ki? Bırakacağı şeyi biliyorum çünkü.
Üstelik henüz doğmamış birine bunu yapmak istemem.
Başka bir şeyler bırakma ihtimalim epey düşük zira. Ayakkabılarım var. Kıyafetlerim var. Ayakkabı ve kıyafetlerim bir kişi için çok fazla. Görünce hatırlıyorum çoğunu. Çoğalırsam çok dikkatli olmam lazım. Her çocuk bir projedir.
Önce metodumu seçmem lazım. Gerçeği seçiyorum ben.
Gerçek kalmalı ve onu hayata faydacı bir şekilde hazırlamayı seçiyorum.
"Kardeşi sev",
"Oyuncaklarını kardeş ile paylaş"
"Yalan söyleme"
"Dürüst ol!"
"Herkese yardım et!"
"Çalma!"
Bu zırvalardan uzak tutmalıyım onu eğer onu seviyorsam.
Başkası sevmese de olur. KORKSUNLAR YETER! Anaokulunun bahçesine gömmeliyim bunları. Zira ona büyürken, büyür büyümez, bunları unutturmaya çalışacaklar.
"Kimseyi sevme" diyecekler ona. "Kimseyle bir şeyini paylaşma" öğütleyecekler. "Açık verme,duygularını belli etme, yükselmek için herkesi ez!" diye uyaracaklar.
Çalarsan, yakalanma.
Yavrumun o güzel kokan kafası karışsın istemiyorum büyüyünce. Pişman olmasın benim gibi.
Ona yetişkin bir bebek gibi davranacağım.
Ona ilk evvela bencil olmayı öğretmem lazım. İlişkilerini menfaat üzerine kurmalı. Hep merkeze kendini koymalı. Rengini belli etmemeyi aşılamalıyım ona. Rüzgar nereden eserse oraya doğru açmalı yelkenini. Başkalarının başarılarını sahiplenmeli ve elbette kusursuz bir yalancı olmalı benim yavrum. Vicdan, hoşgörünün, anlayışın, empati...Bunlar yok. Ahlak yok. Ahlak onu yavaşlatır çünkü. Her şeyi, ama her şeyi paraya tahvil etsin. Ahlakı,vicdanı,karakteri,vefayı,inançlarını,prensiplerini,dini gerektiğinde, hiç düşünmeden elden çıkarabilmeli. Herkesi satabilmeli. Gaddar olmalı. Rantçı olsun.
Başkalarına yardım etmenin zaman kaybı olduğunu bilmeli. Koluna Makyevelist yazarız dövmeyle 3 yaşında filan. Ayrıca narsist; hatta duygusal bir sadist yapmalıyım onu. Tabi önce duygularını almalıyım bedeninden. Et kaplı bir robot olsun!
Sadece kendine odaklı, bir lazer gibi konsantre olmuş bencil ve hissiz bir robot olsun.
Kolaylıkla yalan söyleyesin zerre düşünmeden, tereddüt etmesin! Üstelik insanların,pardon; rakiplerinin, gözlerinin retinasını delerek yapsın bunu. Hep mağdur olsun. Asla özür dilemesin.
Her durumda, her koşulda hep ezilen oymuş gibi yapsın ama en çok o ezsin. Hep üstte olsun, hep üstte kalsın, hep üste çıksın.
Bunları zaten kendi kendine öğrenecek. Benden öğrensin.
Birine bunu yapmaya hakkkım var mı ki? Bırakacağı şeyi biliyorum çünkü.
Üstelik henüz doğmamış birine bunu yapmak istemem.
Başka bir şeyler bırakma ihtimalim epey düşük zira. Ayakkabılarım var. Kıyafetlerim var. Ayakkabı ve kıyafetlerim bir kişi için çok fazla. Görünce hatırlıyorum çoğunu. Çoğalırsam çok dikkatli olmam lazım. Her çocuk bir projedir.
Önce metodumu seçmem lazım. Gerçeği seçiyorum ben.
Gerçek kalmalı ve onu hayata faydacı bir şekilde hazırlamayı seçiyorum.
"Kardeşi sev",
"Oyuncaklarını kardeş ile paylaş"
"Yalan söyleme"
"Dürüst ol!"
"Herkese yardım et!"
"Çalma!"
Bu zırvalardan uzak tutmalıyım onu eğer onu seviyorsam.
Başkası sevmese de olur. KORKSUNLAR YETER! Anaokulunun bahçesine gömmeliyim bunları. Zira ona büyürken, büyür büyümez, bunları unutturmaya çalışacaklar.
"Kimseyi sevme" diyecekler ona. "Kimseyle bir şeyini paylaşma" öğütleyecekler. "Açık verme,duygularını belli etme, yükselmek için herkesi ez!" diye uyaracaklar.
Çalarsan, yakalanma.
Yavrumun o güzel kokan kafası karışsın istemiyorum büyüyünce. Pişman olmasın benim gibi.
Ona yetişkin bir bebek gibi davranacağım.
Ona ilk evvela bencil olmayı öğretmem lazım. İlişkilerini menfaat üzerine kurmalı. Hep merkeze kendini koymalı. Rengini belli etmemeyi aşılamalıyım ona. Rüzgar nereden eserse oraya doğru açmalı yelkenini. Başkalarının başarılarını sahiplenmeli ve elbette kusursuz bir yalancı olmalı benim yavrum. Vicdan, hoşgörünün, anlayışın, empati...Bunlar yok. Ahlak yok. Ahlak onu yavaşlatır çünkü. Her şeyi, ama her şeyi paraya tahvil etsin. Ahlakı,vicdanı,karakteri,vefayı,inançlarını,prensiplerini,dini gerektiğinde, hiç düşünmeden elden çıkarabilmeli. Herkesi satabilmeli. Gaddar olmalı. Rantçı olsun.
Başkalarına yardım etmenin zaman kaybı olduğunu bilmeli. Koluna Makyevelist yazarız dövmeyle 3 yaşında filan. Ayrıca narsist; hatta duygusal bir sadist yapmalıyım onu. Tabi önce duygularını almalıyım bedeninden. Et kaplı bir robot olsun!
Sadece kendine odaklı, bir lazer gibi konsantre olmuş bencil ve hissiz bir robot olsun.
Kolaylıkla yalan söyleyesin zerre düşünmeden, tereddüt etmesin! Üstelik insanların,pardon; rakiplerinin, gözlerinin retinasını delerek yapsın bunu. Hep mağdur olsun. Asla özür dilemesin.
Her durumda, her koşulda hep ezilen oymuş gibi yapsın ama en çok o ezsin. Hep üstte olsun, hep üstte kalsın, hep üste çıksın.
Bunları zaten kendi kendine öğrenecek. Benden öğrensin.
Cuma, Temmuz 04, 2014
John Q. vs. Ekmelleddin İhsanoğlu
O kadar uyamadım ki yine dün gece. Bu başka bir yazının, yazıların konusu. Yine gayet uyuyamadan önce, John Q.'yu yine izledim. Bu 3. oluyor üstelik. İyi filmler en az 4 kere izlenmeli bence. Kötü filmler de 2. Eş zamanlı, sayın Ekmelleddin İhsanoğlu varmış başka bir kanalda. Kendisini yine izlemedim. Daha önce hiç izlememiştim üstelik. Ben sayın John Q.'yu izledim başka bir kanalda.
Sayın Ekmelleddin İhsanoğlu'nun takım elbisesini, kravatını görmedim. Hiç merak da etmiyorum. Bıyıklı olduğunu hatırlıyorum sanki hayal meyal. Zaten bıyıkları olmasaydı şaşardım. Sayın Ekmelleddin İhsanoğlu'nu hiç merak etmiyorum ben. Benim için ne düşündüğünü, bü ülke için planlarını, projelerini hiç merak etmiyorum.
Bende merak duygusu uyandırmayan, uyandıramayan daha çok, insanları merak etmiyorum haliyle. Gayet normal bu. Yani meraksızlığımın normal olduğunu düşünüyorum.
Son yıllarda o kadar çok Ekmelleddin İhsanoğlu gördüm, tanıdım ki; yeni bir Ekmelleddin İhsanoğlu'na ihtiyacım, özlemim yok anlayacağın. Neden kendisinin seçildiğini, dünyaya yayılan, neredeyse 90 milyon Türk vatandaşı içinden nasıl öne çıktığını, hangi normlarla, hangi fikrin, görüşün, geleneğin çatısı olduğunu bile merak etmeyi bıraktım.
Aklım Brezilya-Kolombiya maçında. 2 günlük tatil bitti dünya kupasında. Dünya Kupası için tatilden dönerdim mesela.
Sivas Katliamında, insanların YAKILDIĞI, insanların başka insanları YAKTIĞI SİVAS KATLİAMINDA; "Aziz Nesin'in de tahriki var" diyen bir insanı merak etmem ben. Edemem.
Son yıllarda çok gördük bunu söyleyen insan. Çok tanıdık bu CİNAYETLERİ GEREKÇELENDİRMEYE çalışanları. Yeni birini görmeye, tanımaya ihtiyacım yok. Dinlemem bunu söyleyen bir kişinin başka söylediği hiçbir şeyi. Duymam. Ciddiye almam. Böyle bir şey söylenmemiş gibi; biri böyle bir şeyi söylememiş gibi yapamam. Bu öyle "ağızdan kaçacak bir şey" değil çünkü.
Ne farkım kalır o zaman o yakılan insanları yakan insanlardan?
Yine "YOK SAYILDIM" ben. Kaçıncı kere oluyor bu bilmiyorum. Bıraktım saymayı filan da. Ağrıma gidiyor ama yok sayılmak artık. Bir seçmen, bir vatandaş olarak önüme sunulan seçeneklerden "KÖTÜNÜN İYİSİNİ" seçmek zorunda olmaktan sıkıldım ben. Sen sıkılmadın mı? Muhalefetin, bir türlü, "TWITTER SİYASETİNİ" aşamamasından, benden daha fazla bir şey yapmıyor olmasından sıkılmadın mı?
Islak kıyafetler gibi vücuduma yapışan çaresizlikten bıktım ben. Soyunmak istiyorum artık.
O ıslak kıyafetleri çıkarmak istiyorum. Ne olacaksa olsun artık; görmek istiyorum.
Kendimi ona göre konumlandırmak, yerimi "YURDUMU" bilmek istiyorum. Başka birine, başka bir fikre, geleneğe olan tepkimin "SÖMÜRÜLMESİNDEN" nefret ettim. Kullanılmaktan, enerjimi emmek isteyenlerden nefret ettim.
Tatil sevmiyorum ben. Çok sıkılıyorum tatildeyken. Haliyle tatilde olmayacağım o büyük gün geldiğinde. Lakin tatilde olsaydım da; dönmezdim.
Brezilya-Kolombiya maçı için dönerdim tatilden mesela.
Bunları, beni "yok sayanlara"; "var olduğumu" anlatmak için yazıyorum.
Nasıl olsa, yine yok sayılacağım.
Maç akşam 11'de.
Sayın Ekmelleddin İhsanoğlu'nun takım elbisesini, kravatını görmedim. Hiç merak da etmiyorum. Bıyıklı olduğunu hatırlıyorum sanki hayal meyal. Zaten bıyıkları olmasaydı şaşardım. Sayın Ekmelleddin İhsanoğlu'nu hiç merak etmiyorum ben. Benim için ne düşündüğünü, bü ülke için planlarını, projelerini hiç merak etmiyorum.
Bende merak duygusu uyandırmayan, uyandıramayan daha çok, insanları merak etmiyorum haliyle. Gayet normal bu. Yani meraksızlığımın normal olduğunu düşünüyorum.
Son yıllarda o kadar çok Ekmelleddin İhsanoğlu gördüm, tanıdım ki; yeni bir Ekmelleddin İhsanoğlu'na ihtiyacım, özlemim yok anlayacağın. Neden kendisinin seçildiğini, dünyaya yayılan, neredeyse 90 milyon Türk vatandaşı içinden nasıl öne çıktığını, hangi normlarla, hangi fikrin, görüşün, geleneğin çatısı olduğunu bile merak etmeyi bıraktım.
Aklım Brezilya-Kolombiya maçında. 2 günlük tatil bitti dünya kupasında. Dünya Kupası için tatilden dönerdim mesela.
Sivas Katliamında, insanların YAKILDIĞI, insanların başka insanları YAKTIĞI SİVAS KATLİAMINDA; "Aziz Nesin'in de tahriki var" diyen bir insanı merak etmem ben. Edemem.
Son yıllarda çok gördük bunu söyleyen insan. Çok tanıdık bu CİNAYETLERİ GEREKÇELENDİRMEYE çalışanları. Yeni birini görmeye, tanımaya ihtiyacım yok. Dinlemem bunu söyleyen bir kişinin başka söylediği hiçbir şeyi. Duymam. Ciddiye almam. Böyle bir şey söylenmemiş gibi; biri böyle bir şeyi söylememiş gibi yapamam. Bu öyle "ağızdan kaçacak bir şey" değil çünkü.
Ne farkım kalır o zaman o yakılan insanları yakan insanlardan?
Yine "YOK SAYILDIM" ben. Kaçıncı kere oluyor bu bilmiyorum. Bıraktım saymayı filan da. Ağrıma gidiyor ama yok sayılmak artık. Bir seçmen, bir vatandaş olarak önüme sunulan seçeneklerden "KÖTÜNÜN İYİSİNİ" seçmek zorunda olmaktan sıkıldım ben. Sen sıkılmadın mı? Muhalefetin, bir türlü, "TWITTER SİYASETİNİ" aşamamasından, benden daha fazla bir şey yapmıyor olmasından sıkılmadın mı?
Islak kıyafetler gibi vücuduma yapışan çaresizlikten bıktım ben. Soyunmak istiyorum artık.
O ıslak kıyafetleri çıkarmak istiyorum. Ne olacaksa olsun artık; görmek istiyorum.
Kendimi ona göre konumlandırmak, yerimi "YURDUMU" bilmek istiyorum. Başka birine, başka bir fikre, geleneğe olan tepkimin "SÖMÜRÜLMESİNDEN" nefret ettim. Kullanılmaktan, enerjimi emmek isteyenlerden nefret ettim.
Tatil sevmiyorum ben. Çok sıkılıyorum tatildeyken. Haliyle tatilde olmayacağım o büyük gün geldiğinde. Lakin tatilde olsaydım da; dönmezdim.
Brezilya-Kolombiya maçı için dönerdim tatilden mesela.
Bunları, beni "yok sayanlara"; "var olduğumu" anlatmak için yazıyorum.
Nasıl olsa, yine yok sayılacağım.
Maç akşam 11'de.
Cumartesi, Mayıs 17, 2014
BAŞBAKANCILIK
Canın sıkılıyor biliyorum. Canın sıkkın her "standart" insan gibi.
Hadi gel seninle "Başbakancılık" oynayalım.
Ne? Kuralları mı bilmiyorsun? Mühim değil; kuralları sen koyacaksın zaten. Yani kim başbakan olursa, kuralları o koyuyor bu oyunda.
Ama elbette bazı temel kuralları var. Bizim oynayacağımız, "başbakanlık" oyununun, "Türkiye versiyonu".
Önce başbakan olacak kişi sabit fikirli olacak. Bu çok önemli. Parkur burada başlıyor. "Başlangıç noktası" burası. Kimseyi dinlemeyecek. Her şeyi en iyi ben bilirim diyecek. Diyaloğa,iletişime kapalı olacak bütün kanalları.
Oyunun bu kısmına "Dik duruş" diyoruz.
Bu bağlamda dünyaya kafa tutacak, herkese gider yapacak, tüm kafa tuttukları, gider yaptıkları kendisiyle "alay ederken" filan üstelik.
Her şeye, herkese karışacak. Yaşam standartlarını o belirleyecek. O ne derse o olacak.
Gaddar olacak başbakan bu oyunda. Ölen çocukları meydanlarda, aileleri ile beraber yuhalatacak ama kendisini yuhalayanları dövecek (oyunda yumruk bonusu var). Konuları saptırabilecek her koşulda başbakan olan oyuncu. Yalan söylemekten, kışkırtmaktan hiç çekinmeyecek. Mesela "kabataşta saldırıya uğrayan türbanlı bacı" ya da "camide alem yaptılar" gibi masallarla milyonları oyalayacak. Milyonlarca insanın önünde, birilerini hedef göstermek, kilit bir başka nokta bu oyunda. Bknz: Mehmet Ali Alabora. Hedef gösterilenlere ne olur, halk arasında bölünmeler yaşanır mı, hiç umursamayacak. Zaten aslında ne kadar bölebilirse, o kadar iyi!
Bu uğurda mesela; "ÜLKENİN ASIL SAHİPLERİ" diye bir toplum ayracı atacak ortaya.
Yargıyı tanımayacak, saygı duymayacak ama aynı yargıya sığınacak işine geldiğinde.
Sürekli bir mağdur hali bu oyunda çok puan demek. Zenci olmak, hizmetkar olmak milletine; "hapisten çıkış kartı" kadar mühim. Fakat bu milleti yerde tekmeleyen birine bile kıyamayacak başbakan her kimse bu oyunda. "toplum vicdanı" asla umursanmayacak! Zaten kimseyi "yedirmeyecek".
Resmi olarak 12 yıl, aslen 40 yıldır eş güdümlü çalıştığı hocaları, cemaatleri bir anda düşman ilan edecek. Gözünün önünde yapılaşan yapıyı fark edemeyecek ama yine de "Asrın Lideri" olacak.
"pişkinlik" çok işe yarar bu oyunda.
Zayıf hafıza da aranılan bir özelliktir başbakancılıkta.
Sürekli bir inkar hali de geçerli akçedir. Suçlamaları devamlı "operasyon, montaj, şantaj" gibi laflarla geçiştirecek ve unutturmaya gayret edecek. Kendi halkını fırçalamak, azarlamak özellikle çok artı puandır başbakancılıkta.
Diğer oyunların tersine; bu oyunda "mızıkçılık" altın bonustur.
Daha çok "temel kural" var. Ayrıca doğaçlama da yapılabilir. Sınır yok, limit yok.
Çünkü aslında "hakem" yok.
Başbakan aynı zamanda , "başbakancılık Türkiye versiyonunda" sadece başbakan da olmayacak. Kral olacak, halife olacak, peygamber olacak, doğum kontrol uzmanı, derebeyi, imparator, diktatör...
Ne lazımsa, kim lazımsa o olacak başbakan.
Dedim ya; kuralları başbakan koyacak.
Çünkü hakem yok. Demokrasi yok.
Eeeee? ne diyorsun? Oynayalım mı?
Hadi gel seninle "Başbakancılık" oynayalım.
Ne? Kuralları mı bilmiyorsun? Mühim değil; kuralları sen koyacaksın zaten. Yani kim başbakan olursa, kuralları o koyuyor bu oyunda.
Ama elbette bazı temel kuralları var. Bizim oynayacağımız, "başbakanlık" oyununun, "Türkiye versiyonu".
Önce başbakan olacak kişi sabit fikirli olacak. Bu çok önemli. Parkur burada başlıyor. "Başlangıç noktası" burası. Kimseyi dinlemeyecek. Her şeyi en iyi ben bilirim diyecek. Diyaloğa,iletişime kapalı olacak bütün kanalları.
Oyunun bu kısmına "Dik duruş" diyoruz.
Bu bağlamda dünyaya kafa tutacak, herkese gider yapacak, tüm kafa tuttukları, gider yaptıkları kendisiyle "alay ederken" filan üstelik.
Her şeye, herkese karışacak. Yaşam standartlarını o belirleyecek. O ne derse o olacak.
Gaddar olacak başbakan bu oyunda. Ölen çocukları meydanlarda, aileleri ile beraber yuhalatacak ama kendisini yuhalayanları dövecek (oyunda yumruk bonusu var). Konuları saptırabilecek her koşulda başbakan olan oyuncu. Yalan söylemekten, kışkırtmaktan hiç çekinmeyecek. Mesela "kabataşta saldırıya uğrayan türbanlı bacı" ya da "camide alem yaptılar" gibi masallarla milyonları oyalayacak. Milyonlarca insanın önünde, birilerini hedef göstermek, kilit bir başka nokta bu oyunda. Bknz: Mehmet Ali Alabora. Hedef gösterilenlere ne olur, halk arasında bölünmeler yaşanır mı, hiç umursamayacak. Zaten aslında ne kadar bölebilirse, o kadar iyi!
Bu uğurda mesela; "ÜLKENİN ASIL SAHİPLERİ" diye bir toplum ayracı atacak ortaya.
Yargıyı tanımayacak, saygı duymayacak ama aynı yargıya sığınacak işine geldiğinde.
Sürekli bir mağdur hali bu oyunda çok puan demek. Zenci olmak, hizmetkar olmak milletine; "hapisten çıkış kartı" kadar mühim. Fakat bu milleti yerde tekmeleyen birine bile kıyamayacak başbakan her kimse bu oyunda. "toplum vicdanı" asla umursanmayacak! Zaten kimseyi "yedirmeyecek".
Resmi olarak 12 yıl, aslen 40 yıldır eş güdümlü çalıştığı hocaları, cemaatleri bir anda düşman ilan edecek. Gözünün önünde yapılaşan yapıyı fark edemeyecek ama yine de "Asrın Lideri" olacak.
"pişkinlik" çok işe yarar bu oyunda.
Zayıf hafıza da aranılan bir özelliktir başbakancılıkta.
Sürekli bir inkar hali de geçerli akçedir. Suçlamaları devamlı "operasyon, montaj, şantaj" gibi laflarla geçiştirecek ve unutturmaya gayret edecek. Kendi halkını fırçalamak, azarlamak özellikle çok artı puandır başbakancılıkta.
Diğer oyunların tersine; bu oyunda "mızıkçılık" altın bonustur.
Daha çok "temel kural" var. Ayrıca doğaçlama da yapılabilir. Sınır yok, limit yok.
Çünkü aslında "hakem" yok.
Başbakan aynı zamanda , "başbakancılık Türkiye versiyonunda" sadece başbakan da olmayacak. Kral olacak, halife olacak, peygamber olacak, doğum kontrol uzmanı, derebeyi, imparator, diktatör...
Ne lazımsa, kim lazımsa o olacak başbakan.
Dedim ya; kuralları başbakan koyacak.
Çünkü hakem yok. Demokrasi yok.
Eeeee? ne diyorsun? Oynayalım mı?
Cuma, Mayıs 16, 2014
ANLAMADIM
anlayamıyorum.
Henüz 2 hafta önce, sadece 2 hafta , Soma Madenleri hakkında verilen araştırma önergesinin AKP'li milletvekillerince reddedilmesini...
anlayamıyorum.
"hedef 2023" diyen bir başbakanın 2014'e meydana gelen bir faciayı, 1800'lerin referanslarıyla "gerekçelendirmeye" çalışmasını, bu tragedyayı "normal gösterme" gayretini...
anlayamıyorum.
Yusuf Yerkel diye birinin, böyle bir zamanda, bu kadar acıya rağmen, herkesin cebinde bir kamera varken,herkes artık muhabirken, yerde yatan bir insana tekme atma cürretini, tekme atarkenki kararlılığını,suratındaki şeytanı ...
Bu şeytana verilen raporu, o raporu veren doktoru...
anlayamıyorum...
Aynı başbakanın, sadece sözlü protestolara katlanamayıp, şuurunu yitirip onlarca koruması varken üstelik, bir insanı darp etmesini,kendini "tutamamasını",içinde yaşadığı "Tanrı Kompleksinin" geldiği son noktayı...
anlayamıyorum...
Aynı başbakanın, darp olayından sadece dakikalar sonra kendisini protesto eden Soma halkını, Soma halkına şikayet etmesini, onları "ahlaksızlar, kendini bilmezler" diye aşağılamasını...
anlayamıyorum...
Aynı başbakanın, bölgeye kamyonlarla tabutlar gelirken, hala sandıktan bahsetmesini, "bunlara cevabı seçimde verdik" derken ki intikamcı yüz ifadesini,hıncını,kendi insanına olan nefretini...
anlayamıyorum.
Enerji bakanının, herkes "ışık yılında" yaşarken ve açıklama "sosyal medyaya" hemencecik düşmüşken; topu topu bir A4 uzunluğundaki açıklama resmi olarak yayınlandıktan 10 saat sonra bile "Şirketten gelen açıklamayı okumadım, bilmiyorum!" derken ki rahatlığını,genişliğini...
anlayamıyorum.
"DEVLET ERKANININ" zerre tozlanmayan takım elbiselerini, tayyörlerini...
anlayamıyorum.
Hala tek bir kişinin istifa etmemiş, görevden alınmamış olmasını...
Soma için üzülenlerin "ölü sevici" olarak tanımlanabilmesini...
DEVLET BÜYÜKLERİ (!) bölgeye geliyor diye bölgedeki en tehlikeli tek, tehlikeli canlı "acılı madenci yakınlarıyken" alınan "olağanüstü" güvenlik önlemlerini, bu uğurda gerçek insanların alandan, yakınlarından,umutlarından zorla uzaklaştırılıyor olmasını, bu süre zarfında "aksatılan arama7kurtarma çalışmalarını", kurulan hem mental, hem ruhsal hem fiziksel bariyerleri...
anlayamıyorum.
İnsanların "acılarını bile yaşamalarını", o insanlara çok görmelerini...
Neredeyse öldükleri için ölenlerin suçlanmasını...
RUHBAN SINIFTAN (!) gelen; "acınızı abartmayın ki, cennete gidebilsin yakınlarınız" zırvasını, buz gibiliğini...
anlayamıyorum.
"Madende toplam, kayıtlı kaç kişi vardı?" gibi net, temel bir soruya bile hala aynı netlikte bir cevap alamıyor oluşumuzu...
anlayamıyorum.
Saatlerce konuşulan ancak hiçbir şey söylenmeyen basın toplantısını...
anlayamıyorum.
"TOPLAMA KAMPLARINI" andıran fotoğraflarla, videolarla, VTR'lerle belgelenen sefaleti...
Buna rağmen tek bir geniş plan fotoğrafla, "maden mekanize edildi" diyerek hepimize, ama en çok cenazelere, adeta hakaret eden şirket patronunu...
Hem "erkek evlat", hem de şirketin "CEO'su" Can kardeşin, tam da o günlerde sürekli Ankara'da önemli bir işi oluşunu...
anlayamıyorum.
Bu anlayamama işinde epey yol aldım ben.
Sen? sen ne vaziyettesin? sen anlıyor musun?
Ben baya iyi "anlayamıyorum".
Sonra işte...bir an...yine evde oturmuş hiçbir şeyi anlayamıyorken dedim ki;
"yunus, madem anlamıyorsun; yaz bari! Belki biri anlar; sana da anlatır".
Ben sana anlayamadıklarımı anlattım.
anlatabildim mi?
Henüz 2 hafta önce, sadece 2 hafta , Soma Madenleri hakkında verilen araştırma önergesinin AKP'li milletvekillerince reddedilmesini...
anlayamıyorum.
"hedef 2023" diyen bir başbakanın 2014'e meydana gelen bir faciayı, 1800'lerin referanslarıyla "gerekçelendirmeye" çalışmasını, bu tragedyayı "normal gösterme" gayretini...
anlayamıyorum.
Yusuf Yerkel diye birinin, böyle bir zamanda, bu kadar acıya rağmen, herkesin cebinde bir kamera varken,herkes artık muhabirken, yerde yatan bir insana tekme atma cürretini, tekme atarkenki kararlılığını,suratındaki şeytanı ...
Bu şeytana verilen raporu, o raporu veren doktoru...
anlayamıyorum...
Aynı başbakanın, sadece sözlü protestolara katlanamayıp, şuurunu yitirip onlarca koruması varken üstelik, bir insanı darp etmesini,kendini "tutamamasını",içinde yaşadığı "Tanrı Kompleksinin" geldiği son noktayı...
anlayamıyorum...
Aynı başbakanın, darp olayından sadece dakikalar sonra kendisini protesto eden Soma halkını, Soma halkına şikayet etmesini, onları "ahlaksızlar, kendini bilmezler" diye aşağılamasını...
anlayamıyorum...
Aynı başbakanın, bölgeye kamyonlarla tabutlar gelirken, hala sandıktan bahsetmesini, "bunlara cevabı seçimde verdik" derken ki intikamcı yüz ifadesini,hıncını,kendi insanına olan nefretini...
anlayamıyorum.
Enerji bakanının, herkes "ışık yılında" yaşarken ve açıklama "sosyal medyaya" hemencecik düşmüşken; topu topu bir A4 uzunluğundaki açıklama resmi olarak yayınlandıktan 10 saat sonra bile "Şirketten gelen açıklamayı okumadım, bilmiyorum!" derken ki rahatlığını,genişliğini...
anlayamıyorum.
"DEVLET ERKANININ" zerre tozlanmayan takım elbiselerini, tayyörlerini...
anlayamıyorum.
Hala tek bir kişinin istifa etmemiş, görevden alınmamış olmasını...
Soma için üzülenlerin "ölü sevici" olarak tanımlanabilmesini...
DEVLET BÜYÜKLERİ (!) bölgeye geliyor diye bölgedeki en tehlikeli tek, tehlikeli canlı "acılı madenci yakınlarıyken" alınan "olağanüstü" güvenlik önlemlerini, bu uğurda gerçek insanların alandan, yakınlarından,umutlarından zorla uzaklaştırılıyor olmasını, bu süre zarfında "aksatılan arama7kurtarma çalışmalarını", kurulan hem mental, hem ruhsal hem fiziksel bariyerleri...
anlayamıyorum.
İnsanların "acılarını bile yaşamalarını", o insanlara çok görmelerini...
Neredeyse öldükleri için ölenlerin suçlanmasını...
RUHBAN SINIFTAN (!) gelen; "acınızı abartmayın ki, cennete gidebilsin yakınlarınız" zırvasını, buz gibiliğini...
anlayamıyorum.
"Madende toplam, kayıtlı kaç kişi vardı?" gibi net, temel bir soruya bile hala aynı netlikte bir cevap alamıyor oluşumuzu...
anlayamıyorum.
Saatlerce konuşulan ancak hiçbir şey söylenmeyen basın toplantısını...
anlayamıyorum.
"TOPLAMA KAMPLARINI" andıran fotoğraflarla, videolarla, VTR'lerle belgelenen sefaleti...
Buna rağmen tek bir geniş plan fotoğrafla, "maden mekanize edildi" diyerek hepimize, ama en çok cenazelere, adeta hakaret eden şirket patronunu...
Hem "erkek evlat", hem de şirketin "CEO'su" Can kardeşin, tam da o günlerde sürekli Ankara'da önemli bir işi oluşunu...
anlayamıyorum.
Bu anlayamama işinde epey yol aldım ben.
Sen? sen ne vaziyettesin? sen anlıyor musun?
Ben baya iyi "anlayamıyorum".
Sonra işte...bir an...yine evde oturmuş hiçbir şeyi anlayamıyorken dedim ki;
"yunus, madem anlamıyorsun; yaz bari! Belki biri anlar; sana da anlatır".
Ben sana anlayamadıklarımı anlattım.
anlatabildim mi?
Perşembe, Nisan 03, 2014
KARŞILAŞTIRMALI HUKUK
"Türkiye bir hukuk devleti değildir"
Buradan başlamalı bence Türkiye'yi anlamaya çalışmaya.
"Sıfırlamak" lazım. Resetlemek şart.
Zorlandığımız yer burası. Anlayamadığımız yer. Ne kadar çalışırsak çalışalım idrak edemediğimiz konu bu: "Türkiye bir hukuk devleti DEĞİLDİR".
Aksini iddia etmek, aksine inanmak havalıdır. "Türkiye bir hukuk devletidir" demek iyi hissettirir insana kendini. Kendini alman, belçikalı, isveçli filan sanırsın.
Herkes,hayatının bir döneminde, sarışın olmak ister!
Lakin bu "Türkiye-Hukuk" ilişkileri yumağı, dev bir yanılgı, çok sistematik bir dolandırıcılıktır ülkemizde. Zira Türkiye bir hukuk devleti değildir. Tıpkı bir futbol ülkesi olmadığı gibi. Türkiye, "bir futboldan başka bir şeyin olmadığı ülkesidir" sadece.
Kağıt üzerinde, otobüsler, platformlar,tişörtler üzerinde,mitinglerde, herkesin aynı fikirde olduğu tartışma programlarında; yani şekerim, teoride evet; Türkiye bir hukuk devletidir. Ama teori dediğin şey uzaktır biraz insana. Gerçeğe uzak olduğu kadar uzaktır.
Bence bu "GERÇEKLİK BOMBASINI" birimizin, ya da belki de hepimizin ülkemizin üzerine atması lazım.
Bu bombadan yaralanmadan hatta ölmeden bu bomba yüzünden, yükün altında kalmadan öğrenemeyeceğiz.
Biz evde tüm hazırlığımızı, "Türkiye bir hukuk devletidir" dolandırıcılığı üzerine yapıyoruz. Sonra sokağa bir çıkıyoruz...
Bizim elimizde bir silindir var; fakat biz bu silindiri bir kare delikten geçirmeye çabalıyoruz.
Haliyle zorlanıyoruz. Sadece biz de zorlanmıyoruz. Silindir zorlanıyor, delik zorlanıyor...
Üzülüyoruz. Düşünüyoruz. Düşlüyoruz.
Türkiyeyi anlamaya çalışırken geçirdiğin zamanı düşünsene?
Kaç tane başka ülke anlardın o kadar zamanda?
Zorlanıyoruz.
Zihnimizdeki, ruhumuzdaki, moralimizdeki, canımızdaki kızarıklıklar hep bundan. Tahriş oluyoruz.
Bu yüzden işte; her şeye en baştan başlamalıyız.
Hukuk Devletini yeniden icat etmeliyiz.
1. ders: HUKUK DEVLETİNE GİRİŞ & KARŞILAŞTIRMALI HUKUK DEVLETİ
Buradan başlamalı bence Türkiye'yi anlamaya çalışmaya.
"Sıfırlamak" lazım. Resetlemek şart.
Zorlandığımız yer burası. Anlayamadığımız yer. Ne kadar çalışırsak çalışalım idrak edemediğimiz konu bu: "Türkiye bir hukuk devleti DEĞİLDİR".
Aksini iddia etmek, aksine inanmak havalıdır. "Türkiye bir hukuk devletidir" demek iyi hissettirir insana kendini. Kendini alman, belçikalı, isveçli filan sanırsın.
Herkes,hayatının bir döneminde, sarışın olmak ister!
Lakin bu "Türkiye-Hukuk" ilişkileri yumağı, dev bir yanılgı, çok sistematik bir dolandırıcılıktır ülkemizde. Zira Türkiye bir hukuk devleti değildir. Tıpkı bir futbol ülkesi olmadığı gibi. Türkiye, "bir futboldan başka bir şeyin olmadığı ülkesidir" sadece.
Kağıt üzerinde, otobüsler, platformlar,tişörtler üzerinde,mitinglerde, herkesin aynı fikirde olduğu tartışma programlarında; yani şekerim, teoride evet; Türkiye bir hukuk devletidir. Ama teori dediğin şey uzaktır biraz insana. Gerçeğe uzak olduğu kadar uzaktır.
Bence bu "GERÇEKLİK BOMBASINI" birimizin, ya da belki de hepimizin ülkemizin üzerine atması lazım.
Bu bombadan yaralanmadan hatta ölmeden bu bomba yüzünden, yükün altında kalmadan öğrenemeyeceğiz.
Biz evde tüm hazırlığımızı, "Türkiye bir hukuk devletidir" dolandırıcılığı üzerine yapıyoruz. Sonra sokağa bir çıkıyoruz...
Bizim elimizde bir silindir var; fakat biz bu silindiri bir kare delikten geçirmeye çabalıyoruz.
Haliyle zorlanıyoruz. Sadece biz de zorlanmıyoruz. Silindir zorlanıyor, delik zorlanıyor...
Üzülüyoruz. Düşünüyoruz. Düşlüyoruz.
Türkiyeyi anlamaya çalışırken geçirdiğin zamanı düşünsene?
Kaç tane başka ülke anlardın o kadar zamanda?
Zorlanıyoruz.
Zihnimizdeki, ruhumuzdaki, moralimizdeki, canımızdaki kızarıklıklar hep bundan. Tahriş oluyoruz.
Bu yüzden işte; her şeye en baştan başlamalıyız.
Hukuk Devletini yeniden icat etmeliyiz.
1. ders: HUKUK DEVLETİNE GİRİŞ & KARŞILAŞTIRMALI HUKUK DEVLETİ
Salı, Nisan 01, 2014
APTAL OLMA HAKKI
Geç mi kaldım acaba? Vaktim yok mu artık?
Aptal olmak için geç mi kaldım? salaklaşmak için vaktim yok mu?
30 mart mıydı son başvuru tarihi?
Aptal olmak, salak olmak benim de hakkım! Ben çok mu mutluyum böyle sanıyorsun?
Her şeyi "mesele" yaparken, umursarken, başkasının derdini sahiplenirken yorulmadım mı sence ben?
Yoruldum valla.
Tanımadığım insanlar için, görmediğim şehirler, kasabalar, köyler için dertlenirken yoruldum.
Tarih umursayan insanlarla dolu. Mühim insanlarla! Umursayan insan, mühim insandır. Oysa ben mühim filan da değilim. Herhangi biriyim. Tarih beni yazmaz mesela. Yazsa, ne yazacak ki zaten? Kısa yazar yazarsa da. Şöyle bir geçer üzerimden. Kabaca. Üzerimde durmaz. Basar geçer.
Başkasına faydam var mı, yok mu; onu dahi bilmiyorum çünkü ben.
İçim dışım "#" oldu.
Hiç değilse unutkan olmak için bir şans verin bana da!
"Unutkan" olmamanın, olamamanın günahı çokmuş. Lanetliymiş hiç unutmayanlar. Lanetmiş unutamamak.
Gerçeğe sırt çevirmek, sonra yalana yürümek lazımmış. Arkaya hiç bakmadan; hafızayı arkada bırakarak. Hafiften ıslık çalarak belki.
O "YENİ ÜLKEDE" bana da yer bulamaz mıyız? Bir kişiyim ben artık. Bencil, benci bir kişi.
İstenirse burcumu da bırakırım. Gerekirse koç burcu da olmam artık. Yeni biriyim ben. Yeni bir kimlik, yeni bir yüz, yeni bir algı vermezler mi bana da orada?
Yok mu bir "SALAK KORUMA PROGRAMI"?
Tek başımayım şimdi. Ailemi, arkadaşlarımı, ülkemi, mahallemi arkada bıraktım.
Hafızamın yanına!
Yeni biri olmak istiyorum. Aptal, salak ama mutlu biri. Duyularımı inkar ederek yaşamak istiyorum ben de. Görmeyeyim istiyorum.
Ama kör olmadan.
Duymamak istiyorum.
Ama sağır olmadan.
"cahil şımarıklığı" diyorum ben buna.
Ben de şımarmak istiyorum. Çok şey mi istiyorum?
Çok mu geç kaldım aptal olmak için?
Aptal olmak için geç mi kaldım? salaklaşmak için vaktim yok mu?
30 mart mıydı son başvuru tarihi?
Aptal olmak, salak olmak benim de hakkım! Ben çok mu mutluyum böyle sanıyorsun?
Her şeyi "mesele" yaparken, umursarken, başkasının derdini sahiplenirken yorulmadım mı sence ben?
Yoruldum valla.
Tanımadığım insanlar için, görmediğim şehirler, kasabalar, köyler için dertlenirken yoruldum.
Tarih umursayan insanlarla dolu. Mühim insanlarla! Umursayan insan, mühim insandır. Oysa ben mühim filan da değilim. Herhangi biriyim. Tarih beni yazmaz mesela. Yazsa, ne yazacak ki zaten? Kısa yazar yazarsa da. Şöyle bir geçer üzerimden. Kabaca. Üzerimde durmaz. Basar geçer.
Başkasına faydam var mı, yok mu; onu dahi bilmiyorum çünkü ben.
İçim dışım "#" oldu.
Hiç değilse unutkan olmak için bir şans verin bana da!
"Unutkan" olmamanın, olamamanın günahı çokmuş. Lanetliymiş hiç unutmayanlar. Lanetmiş unutamamak.
Gerçeğe sırt çevirmek, sonra yalana yürümek lazımmış. Arkaya hiç bakmadan; hafızayı arkada bırakarak. Hafiften ıslık çalarak belki.
O "YENİ ÜLKEDE" bana da yer bulamaz mıyız? Bir kişiyim ben artık. Bencil, benci bir kişi.
İstenirse burcumu da bırakırım. Gerekirse koç burcu da olmam artık. Yeni biriyim ben. Yeni bir kimlik, yeni bir yüz, yeni bir algı vermezler mi bana da orada?
Yok mu bir "SALAK KORUMA PROGRAMI"?
Tek başımayım şimdi. Ailemi, arkadaşlarımı, ülkemi, mahallemi arkada bıraktım.
Hafızamın yanına!
Yeni biri olmak istiyorum. Aptal, salak ama mutlu biri. Duyularımı inkar ederek yaşamak istiyorum ben de. Görmeyeyim istiyorum.
Ama kör olmadan.
Duymamak istiyorum.
Ama sağır olmadan.
"cahil şımarıklığı" diyorum ben buna.
Ben de şımarmak istiyorum. Çok şey mi istiyorum?
Çok mu geç kaldım aptal olmak için?
Cuma, Mart 28, 2014
ELMA SUYU
Ben Türkiye'ye 6 yaşımda geldim. 1983'te kesin dönüş yaptık. Babam çok kararlıydı. Ben dönüşümüzün kesin olduğunu çok sonra öğrendim. Bana kimse bir şey sormadı. Çocuklara çok şey sorulmaz zaten. Ben en küçüktüm ailede. Diğerleri aralarında fısır fısır bir şeyler konuşuyorlardı zaman zaman. Yakalıyormuşum onları ben meğer. Bundan da haberim yoktu. Çocukların çok şeyden haberi olmaz. Susuyorlardı yakalanınca. Onlar biliyormuş yakalandıklarını. Marcus bir üst sınıfa geçtiği için ben okul takımının kaptanı olacaktım o sene.
O sene döndük biz Almanyadan. Hayatımın en önemli yılıydı. Henüz 6 yaşımdaydım.
Uçağa bineceğiz diye kandırıldım. Ailem tarafından kaçırıldım bile diyebilirim. Gerçi , uçağa bindim. , haklarını teslim etmeliyim. İlk defa bindim. Bunun bir çocuk için ne demek olduğunu bilemezsiniz. O zaman beni kandırmak daha kolaydı. 6 yaşımdan beri, 1983'ten beri gitmeye çalışıyorum. O zamanki bahanem çocukçaydı: Elma suyu yoktu!
Elma suyu benim her şeydimdi sanki. O olmadan yapamaz gibiydim. Suyunu, elmanın kendisinden çok seviyordum. Beni elma suyundan ayırmak, gaddarlıktı. Yine kavuşmalıydık. Ona kaçmak zorundaydım. hem dönüşte yine uçağa binerdim. Sevmiştim ben uçağa binmeyi. Kulaklarımdaki ağrı hariç, sevmiştim. Uçaktaki ablalar çok iyi davrandılar bana. Hepsi aynı şeyleri giyiyorlardı. Bana ouyuncak bir uçak verdi bir tanesi. Onu da alacaktım kaçarken.
Bahanemin çocukça olması normal, çocuktum çünkü. 32 yıldır firar etmeye çalışıyorum. O kesin dönüşü geri almak, tersine çevirmek istiyorum. Büyüdükçe, yaşadıkça, yaşlandıkça, gördükçe abahanelerim de büyüdü benimle. Binlerce oldular. Beynimi de alıp göç etmek fikri bana hep güç verdi. Ben nereye gidersem, o da benimle gelecekti. Çoktan anlaşmıştık. İyi anlaşırdık zaten.
Sonra,günlerden bir gün...onunla tanıştım.
Uzundu. Öfkeliydi. Hınç doluydu. İntikam peşindeydi. Neyin öfkesiydi bu, neyin hıncı, kimin intikamı anlayamadım. Hala da anlamıyorum. "Acaba o da mı elma suyunu özledi? diye düşündüm.
Özellikle geçen yaz ilişkimiz sertleşti. Genelde parkta buluşuyorduk. Biber gazıyla tanıştım sayesinde. Copla, çevik kuvvetle, ölenlerle, yaralananlarla tanıştım. Çocuk olanları vardı ölenlerin, yaralananların.
Öğrenciler kör oldu. Öğrenciler komalık oldu.
Yüzbinlerce insanın gözü yaşlıydı 1 ay boyunca. Ama mutluydular. Zaten ağlamıyorlardı. Ağlamadan akan gözyaşı gördüm o yaz. Gaz çok yakıyor.
Mutluydular.
İnanmak mutlu eder insanı çünkü. Rahatlarsın inanınca. Üzerinden bir yük kalkmış gibi hissedersin inanırken. Tutanacak bir şeyler bulmak...tutunmak ne zordur bazen.
Hele yalnız değilsen! Milyonlarca insan, hep beraber inanıyorsan...Neleri kaldırırsın!
Milyonlarca insana olan bana da olmuştu o yaz. Artık bazı şeyleri kaldıramaz olmuştum.
Şaşırmıştım ben de. Kolay kolay bir bağ kuramadığım, parçası olamadığım, ait hissetmediğim o toplum, bana umut verdi. Tokatladı beni. Utandırdı önce...sonra çok gurur verdi. Pek bilmediğim, var olup olmadığını dahi merak etmediğim, umursamadığım bir yönümle tanıştım o yaz kalabalıkların içinde tek başımayken: Meğer ben ne vatansever bir adammışım.
Kızıyorum çok o uzun adama. Planlarımı bozduğu için.
Beni bu kadar vatansever yapmaya ne hakkın var?
Ben istemedim bu kadar vatansever olmayı. Bana sordun mu? Bana "sen vatansever olmak istiyor musun bu kadar?" diye sordun mu? Zaten sen bana hiçbir şey sormuyorsun. Ben de sana sormadan oldum zaten bu kadar vatansever. Şimdi uğraş dur bakalım.
Kalmadı artık böyle şeyler. Böyle şeylere gerek kalmadı çünkü. Dünya kaynaştı, her yer birleşti, herkes tanıştı. Bu kadar ülkeyi sevmeler, bu kadar milli duygular kalmadı. gerek kalmadı çünkü. Hiç kalmadı demiyorum. hiç yok demiyorum. Bu kadarına gerek kalmadı diyorum. Zaman değişti diyorum. Çok değişti diyorum. Sen uyuyordun her halde zaman bu kadar değişirken.
Planlarım askıda, pasaportumu çekmeceye kaldırdım. Kalıyoruz. Beynim de benimle burada kalıyor bir süre daha. Sordum; ses etmedi, yüzünü asmadı.
Eksiğimiz çok hala. Çok eksiğimiz var. Çok geriden geliyoruz. Arka sıralardan bakıyoruz dünyaya. Bunları değiştirmek için kalıyoruz belki de. Önlerden bakmak için. Bir yere gitmiyoruz. Ben, o, öbürü...Gitmiyoruz.
Artık elma suyumuz da var.
O sene döndük biz Almanyadan. Hayatımın en önemli yılıydı. Henüz 6 yaşımdaydım.
Uçağa bineceğiz diye kandırıldım. Ailem tarafından kaçırıldım bile diyebilirim. Gerçi , uçağa bindim. , haklarını teslim etmeliyim. İlk defa bindim. Bunun bir çocuk için ne demek olduğunu bilemezsiniz. O zaman beni kandırmak daha kolaydı. 6 yaşımdan beri, 1983'ten beri gitmeye çalışıyorum. O zamanki bahanem çocukçaydı: Elma suyu yoktu!
Elma suyu benim her şeydimdi sanki. O olmadan yapamaz gibiydim. Suyunu, elmanın kendisinden çok seviyordum. Beni elma suyundan ayırmak, gaddarlıktı. Yine kavuşmalıydık. Ona kaçmak zorundaydım. hem dönüşte yine uçağa binerdim. Sevmiştim ben uçağa binmeyi. Kulaklarımdaki ağrı hariç, sevmiştim. Uçaktaki ablalar çok iyi davrandılar bana. Hepsi aynı şeyleri giyiyorlardı. Bana ouyuncak bir uçak verdi bir tanesi. Onu da alacaktım kaçarken.
Bahanemin çocukça olması normal, çocuktum çünkü. 32 yıldır firar etmeye çalışıyorum. O kesin dönüşü geri almak, tersine çevirmek istiyorum. Büyüdükçe, yaşadıkça, yaşlandıkça, gördükçe abahanelerim de büyüdü benimle. Binlerce oldular. Beynimi de alıp göç etmek fikri bana hep güç verdi. Ben nereye gidersem, o da benimle gelecekti. Çoktan anlaşmıştık. İyi anlaşırdık zaten.
Sonra,günlerden bir gün...onunla tanıştım.
Uzundu. Öfkeliydi. Hınç doluydu. İntikam peşindeydi. Neyin öfkesiydi bu, neyin hıncı, kimin intikamı anlayamadım. Hala da anlamıyorum. "Acaba o da mı elma suyunu özledi? diye düşündüm.
Özellikle geçen yaz ilişkimiz sertleşti. Genelde parkta buluşuyorduk. Biber gazıyla tanıştım sayesinde. Copla, çevik kuvvetle, ölenlerle, yaralananlarla tanıştım. Çocuk olanları vardı ölenlerin, yaralananların.
Öğrenciler kör oldu. Öğrenciler komalık oldu.
Yüzbinlerce insanın gözü yaşlıydı 1 ay boyunca. Ama mutluydular. Zaten ağlamıyorlardı. Ağlamadan akan gözyaşı gördüm o yaz. Gaz çok yakıyor.
Mutluydular.
İnanmak mutlu eder insanı çünkü. Rahatlarsın inanınca. Üzerinden bir yük kalkmış gibi hissedersin inanırken. Tutanacak bir şeyler bulmak...tutunmak ne zordur bazen.
Hele yalnız değilsen! Milyonlarca insan, hep beraber inanıyorsan...Neleri kaldırırsın!
Milyonlarca insana olan bana da olmuştu o yaz. Artık bazı şeyleri kaldıramaz olmuştum.
Şaşırmıştım ben de. Kolay kolay bir bağ kuramadığım, parçası olamadığım, ait hissetmediğim o toplum, bana umut verdi. Tokatladı beni. Utandırdı önce...sonra çok gurur verdi. Pek bilmediğim, var olup olmadığını dahi merak etmediğim, umursamadığım bir yönümle tanıştım o yaz kalabalıkların içinde tek başımayken: Meğer ben ne vatansever bir adammışım.
Kızıyorum çok o uzun adama. Planlarımı bozduğu için.
Beni bu kadar vatansever yapmaya ne hakkın var?
Ben istemedim bu kadar vatansever olmayı. Bana sordun mu? Bana "sen vatansever olmak istiyor musun bu kadar?" diye sordun mu? Zaten sen bana hiçbir şey sormuyorsun. Ben de sana sormadan oldum zaten bu kadar vatansever. Şimdi uğraş dur bakalım.
Kalmadı artık böyle şeyler. Böyle şeylere gerek kalmadı çünkü. Dünya kaynaştı, her yer birleşti, herkes tanıştı. Bu kadar ülkeyi sevmeler, bu kadar milli duygular kalmadı. gerek kalmadı çünkü. Hiç kalmadı demiyorum. hiç yok demiyorum. Bu kadarına gerek kalmadı diyorum. Zaman değişti diyorum. Çok değişti diyorum. Sen uyuyordun her halde zaman bu kadar değişirken.
Planlarım askıda, pasaportumu çekmeceye kaldırdım. Kalıyoruz. Beynim de benimle burada kalıyor bir süre daha. Sordum; ses etmedi, yüzünü asmadı.
Eksiğimiz çok hala. Çok eksiğimiz var. Çok geriden geliyoruz. Arka sıralardan bakıyoruz dünyaya. Bunları değiştirmek için kalıyoruz belki de. Önlerden bakmak için. Bir yere gitmiyoruz. Ben, o, öbürü...Gitmiyoruz.
Artık elma suyumuz da var.
Cuma, Şubat 07, 2014
İNTERNET VALESİ
Kimseye zahmet vermek istemem. Özellikle devlet babayı, hükümeti, başbakanı yormak istemem. Ben "düzenlerim" kendi internetimi. Aslında düzenlenecek bir şey de yok. Eve bir modem aldım. Adamlar geldi. İnternetimi aktive ettiler. Cep telefonumda da bir "paket" var, idare ediyorum. Bu kadar kolay, bu kadar hızlı. İnternetin en büyük numarası bu değil mi ki? HIZ & KOLAY ERİŞİM.
Öte yandan ben internetimi "dağınık" seviyorum. Evim gibi. Evim de pek bir dağınıktır. Giysilerimi askıdan, bulaşığımı makineden alırım. Kafamın içi de çok "derli toplu" değildir. Binlerce dosya, böcekler...
Ev benim. Kafa benim. Evime herkesi almam. İstemezsem kalmam, çıkarım evden. Evimden! Benim evimden! Dağınıktır mesela evim, kafam ama pis değildir. Her dağınıklık , pis değildir. Sen neyin nerede, neden, nasıl olduğunu bilirsen; gerçekten "dağınıklıktır" mıdır ki o? Benim evim dağınıktır. Diğer evleri bilmem. Diğer evleri, o diğer evlerde yaşayanlara sormak lazım. Herkesin evi kendine. Ama bir evden yola çıkarak, bütün evleri "aynı" sanmak hata olur. "Yunus'un evi dağınık, O halde bütün evler dağınıktır" gibi bir tümevarım bizi hiçbir yere vardırmaz. Bir yere gidemeyiz bu önermenin sırtında. İlerleyemeyiz. "Geri gitmek", ilerlemek değildir.
"Yunus'un evi dağınık" diye kayıtlara geçmek de istemem. Evde ne yaptığımı, hangi odada ne kadar kaldığımı, evime giren-çıkanları kimse bilsin, not alsın, karşılığında da bana "fiş" versin istemem. Valeler gibi. O fişi de hep kaybederim zaten.
FİŞ, gerer insanı. FİŞ gerginliktir. İnsanda hep bir "arkaya bakma" isteği uyandırır gezip, dolaşırken.
İNTERNET bir icattır. Büyük icat! Eski zamanlarda icat olsaydı mesela internet, "bir çağı kapatıp, yeni bir çağ açardı" internet.
Buhar makinesi gibi.
Sanayileşme, keşifler, kolonileşme...
Bir icat, bir makine, bir devrim.
Bir DEVRİMDİR internet.
Bacasız, dumansız bir devrim.
Herkesin evinde, cebinde bir devrim var artık.
Neyse...boşver sen bunları...
Yıl olmuş 2014! Birbirimize "İNTERNETİ" mi anlatacağız?
Hayat nasıl gidiyor? Keyfin yerinde mi?
Öte yandan ben internetimi "dağınık" seviyorum. Evim gibi. Evim de pek bir dağınıktır. Giysilerimi askıdan, bulaşığımı makineden alırım. Kafamın içi de çok "derli toplu" değildir. Binlerce dosya, böcekler...
Ev benim. Kafa benim. Evime herkesi almam. İstemezsem kalmam, çıkarım evden. Evimden! Benim evimden! Dağınıktır mesela evim, kafam ama pis değildir. Her dağınıklık , pis değildir. Sen neyin nerede, neden, nasıl olduğunu bilirsen; gerçekten "dağınıklıktır" mıdır ki o? Benim evim dağınıktır. Diğer evleri bilmem. Diğer evleri, o diğer evlerde yaşayanlara sormak lazım. Herkesin evi kendine. Ama bir evden yola çıkarak, bütün evleri "aynı" sanmak hata olur. "Yunus'un evi dağınık, O halde bütün evler dağınıktır" gibi bir tümevarım bizi hiçbir yere vardırmaz. Bir yere gidemeyiz bu önermenin sırtında. İlerleyemeyiz. "Geri gitmek", ilerlemek değildir.
"Yunus'un evi dağınık" diye kayıtlara geçmek de istemem. Evde ne yaptığımı, hangi odada ne kadar kaldığımı, evime giren-çıkanları kimse bilsin, not alsın, karşılığında da bana "fiş" versin istemem. Valeler gibi. O fişi de hep kaybederim zaten.
FİŞ, gerer insanı. FİŞ gerginliktir. İnsanda hep bir "arkaya bakma" isteği uyandırır gezip, dolaşırken.
İNTERNET bir icattır. Büyük icat! Eski zamanlarda icat olsaydı mesela internet, "bir çağı kapatıp, yeni bir çağ açardı" internet.
Buhar makinesi gibi.
Sanayileşme, keşifler, kolonileşme...
Bir icat, bir makine, bir devrim.
Bir DEVRİMDİR internet.
Bacasız, dumansız bir devrim.
Herkesin evinde, cebinde bir devrim var artık.
Neyse...boşver sen bunları...
Yıl olmuş 2014! Birbirimize "İNTERNETİ" mi anlatacağız?
Hayat nasıl gidiyor? Keyfin yerinde mi?
Salı, Şubat 04, 2014
VATAN HAİNİYİM BEN
Bu bir itiraftır. Bunu artık tutamıyorum içimde. Bu içimdeki, benden daha güçlü çünkü. Zaman içinde kendimden bir canavar yarattım. Onu besledim, onu büyüttüm. Ve evet! Onu çok sevdim! Lanet olsun! Onu çok sevdim!
Merhaba, adım Yunus. ELİTİSTİM!
Dünya ile aynı takvimde, aynı zaman diliminde yaşamaya gayret ettiğim için özür diliyorum herkesten. Ülkemi de yanımda götürmeye çalıştığım için beni bağışlayın! Başta ailemden, sevdiklerimden, beni sevenlerden. Bu "ihtiyaç" beni tamamen ele geçirdi. "Medeniyet Bağımlısı" oldum. Kendimi tutamıyorum. Çok utanıyorum. Lakin niyetim kötü değil asla. Dedim ya; bağımlıyım ben. Bir Newyorkluyla, Londralıyla, Parisliyle, Berlinliyle kendini eşit gören, gerizekalı bir VATAN HAİNİYİM ben. Ülkem beni affetsin. MODERN BİR KORKAK olduğum için, intihar da edemiyorum.
Evet, geçen gece Super Bowl'u izlemek için bütün gece bekledim.
Evet, Türkçe Olimpiyatlarından hiç bir haz alamıyorum. Kendimi çok zorlasam da, bir türlü "Türkçe türkü söyleyen Kenyalı çocuklar ile aramda bir bağ kuramıyor, asla gururlanamıyorum. Şunu fark ettim: Ben çok çok önce, 50 sene filan önce, geçmişim gitmişim Türkçe Olimpiyatları Zihniyetinin yanından. İşte bunlar hep aşırı dozdan! Allahım! Ben niye böyleyim!
Sadece Super Bowl'u izlesem yine iyi. Oscar törenlerini, kırmızı halıyı filan bile izliyorum gözümü kırpmadan. Yeni Oscar törenini heyecanla bekliyorum. Taş olayım!
Grammy'ler var bir de. Emmy'ler...Bunlar hep gavur adetleri.
Tenis seyrdediyorum utanmadan. F1 takip ediyorum. NBA için her gece sahur bana. İnanır mısın; zaman zaman kendimi atletizm izlerken buluyorum.
Yabancı diziler var daha. Breaking Bad'ler, House'lar, The Good Wife'lar, Lost'lar, Walking Dead'ler, Family Guy'lar...
Evet, hepsini izliyorum. Arka arkaya hem de!
Halbuki Akasya Durağı, Arka Sokaklar, Asayiş Berk Kemal, Dürüyemin Güğümleri izlemem gerek. Bu yerli dizilerimiz neden yetmiyor bana Tanrım! Neden! İsyan da etmek istemiyorum ama...
Festivallere katılıyorum hiç utanmadan. Müzik, sinema, tiyatro festivallerine...
Recycling, hay aksi şeytın, geri dönüşüm yapma çabam var her ne kadar ülkemin umurunda olmasa da bu!
Dünya için yapıyorum zaten. Allahım ben neler diyorum!
3. bir dil öğrenmeye çalışıyorum. Oysa , 3 çocuk yapmalıyım. Benim henüz hiç çocuğum yok, düşün ihanetimi ülkeme, başbakanıma.
Ben...Ben artık buradan dönemem. Medeniyet kanım oldu benim. Sen kaç, kurtar kendini. Ben onları oyalarım. Beni bırak sen, git. Ben seni sadece ilerletiyorum. Ve bu berbat bir şey. Standardını kendin belirlemek, gelişmeyi sevmek, modern hayata düşkünlük...Bunlar hep ŞEYTAN AYETLERİ.
1800'lerde yaşamak varken, ne diye 2500'leri düşler ki insan?
Hastayım ben! Çok hastayım! Medeniyet hastasıyım! Ve galiba bulaşıcı bu hastalık. Galiba mikrop saçıyorum.
Arkamda ne bir örgüt, ne paralel bir yapı ne de İsrail var.
Sorumluluğu tek başıma üstleniyorum.
Evet! Her şeyi kendim yaptım. Pişman değilim.
Bir MEDENİYET GERİLLASIYIM ben.
ELİTİSTİM!
Merhaba, adım Yunus. ELİTİSTİM!
Dünya ile aynı takvimde, aynı zaman diliminde yaşamaya gayret ettiğim için özür diliyorum herkesten. Ülkemi de yanımda götürmeye çalıştığım için beni bağışlayın! Başta ailemden, sevdiklerimden, beni sevenlerden. Bu "ihtiyaç" beni tamamen ele geçirdi. "Medeniyet Bağımlısı" oldum. Kendimi tutamıyorum. Çok utanıyorum. Lakin niyetim kötü değil asla. Dedim ya; bağımlıyım ben. Bir Newyorkluyla, Londralıyla, Parisliyle, Berlinliyle kendini eşit gören, gerizekalı bir VATAN HAİNİYİM ben. Ülkem beni affetsin. MODERN BİR KORKAK olduğum için, intihar da edemiyorum.
Evet, geçen gece Super Bowl'u izlemek için bütün gece bekledim.
Evet, Türkçe Olimpiyatlarından hiç bir haz alamıyorum. Kendimi çok zorlasam da, bir türlü "Türkçe türkü söyleyen Kenyalı çocuklar ile aramda bir bağ kuramıyor, asla gururlanamıyorum. Şunu fark ettim: Ben çok çok önce, 50 sene filan önce, geçmişim gitmişim Türkçe Olimpiyatları Zihniyetinin yanından. İşte bunlar hep aşırı dozdan! Allahım! Ben niye böyleyim!
Sadece Super Bowl'u izlesem yine iyi. Oscar törenlerini, kırmızı halıyı filan bile izliyorum gözümü kırpmadan. Yeni Oscar törenini heyecanla bekliyorum. Taş olayım!
Grammy'ler var bir de. Emmy'ler...Bunlar hep gavur adetleri.
Tenis seyrdediyorum utanmadan. F1 takip ediyorum. NBA için her gece sahur bana. İnanır mısın; zaman zaman kendimi atletizm izlerken buluyorum.
Yabancı diziler var daha. Breaking Bad'ler, House'lar, The Good Wife'lar, Lost'lar, Walking Dead'ler, Family Guy'lar...
Evet, hepsini izliyorum. Arka arkaya hem de!
Halbuki Akasya Durağı, Arka Sokaklar, Asayiş Berk Kemal, Dürüyemin Güğümleri izlemem gerek. Bu yerli dizilerimiz neden yetmiyor bana Tanrım! Neden! İsyan da etmek istemiyorum ama...
Festivallere katılıyorum hiç utanmadan. Müzik, sinema, tiyatro festivallerine...
Recycling, hay aksi şeytın, geri dönüşüm yapma çabam var her ne kadar ülkemin umurunda olmasa da bu!
Dünya için yapıyorum zaten. Allahım ben neler diyorum!
3. bir dil öğrenmeye çalışıyorum. Oysa , 3 çocuk yapmalıyım. Benim henüz hiç çocuğum yok, düşün ihanetimi ülkeme, başbakanıma.
Ben...Ben artık buradan dönemem. Medeniyet kanım oldu benim. Sen kaç, kurtar kendini. Ben onları oyalarım. Beni bırak sen, git. Ben seni sadece ilerletiyorum. Ve bu berbat bir şey. Standardını kendin belirlemek, gelişmeyi sevmek, modern hayata düşkünlük...Bunlar hep ŞEYTAN AYETLERİ.
1800'lerde yaşamak varken, ne diye 2500'leri düşler ki insan?
Hastayım ben! Çok hastayım! Medeniyet hastasıyım! Ve galiba bulaşıcı bu hastalık. Galiba mikrop saçıyorum.
Arkamda ne bir örgüt, ne paralel bir yapı ne de İsrail var.
Sorumluluğu tek başıma üstleniyorum.
Evet! Her şeyi kendim yaptım. Pişman değilim.
Bir MEDENİYET GERİLLASIYIM ben.
ELİTİSTİM!
Pazartesi, Şubat 03, 2014
ÖLMEK İÇİN EHLİYET
"DURUN" demiş.
"VURMAYIN" demiş.
"VURMAYIN ARTIK! ÖLDÜM!" demiş.
Dediğini de yapmış ALİ İSMAİL.
ÖLMÜŞ.
Ölüm bir kere, bil istedim. Bir kere ölürsün, öldünmü!
Annesi vardı ölürken Ali'nin. Ailesi. Ehliyeti vardı belki. Yeni almıştı belki ehliyetini. Erkek çocukları meraklıdır arabalara. Araba kullanmak için yeterince büyüktü Ali. Ölmek için çok küçüktü.
19'undaydı.
Aşıktı belki. Yavuklusu vardı belki, kim bilir.
Sen kaç yaşındasın? Sen kimsin? Kimler okuyor bu yazdıklarımı bilmeden soruyorum bunu. Zaten ben de okur gibi yazıyorum.
Kimsin sen? Kaç yaşındasın? Siyasi görüşün ne? Kime oy verdin? Gezi'de miydin? Henüz hayattayken, kefen giyiyor musun? Formayla dolaşıyorsundur belki. Hangi takımlısın? Kız mısın, erkek mi? Burcun ne? Dindar mısın? Dinci misin? Ateist misin yoksa? Agnostik?
Boşver. Bu cevapların çok ötesinde benim sorduğum şey. Ortak paydamızı düşün sadece: İNSAN
Başka hiçbir soruma cevap vermesen de olur ama şuna cevap ver ne olur! Ne olur yardım et bana.
Yalvarıyorum.
Anlamayanlara, anlayamamaktan yorulanlara yardım et. Dişlerini sıkanlara çaresizlikten, acıdan diyaframları sıkışanlara, konuşamayanlara oksijensizlikten, kederden, yardım et!
SEN İNSAN MISIN? Sadece buna cevap ver. Cevabın evet ise; bir soru daha sormak isterim. Belki anlaşırız insansan.
Niye utanır olduk İNSAN OLMAKTAN?
İnsan ne zamandan beri "Doğadaki en zayıf, en zavallı hayvan" oldu?
SEN HİÇ ÖLDÜN MÜ? 19 yaşında öldün mü hiç? Annene nasıl anlattın 19 yaşında öldüğünü? Kızmadı mı sana? "Bana sormadan neden öldün?" demedi mi baban? Sana seninle ilgili hayallerini anlatmadılar mı?
"Sen daha çocuksun" derlerdi sorsaydın. "Arabayla gez, dolaş biraz" derlerdi. Yavuklunu da alırdın yanına.
Belki o zaman ölmezdin. Anlardın 19 yaşında ölmenin saçmalığını. Bir sokakta, karanlıkta, tekmelerle, sopalarla öldürülmek için çok küçük olduğunu fark ederdin.
Ama sen demişsin zaten Ali diyeceğini. DİRENMİŞSİN. Ölmek istememişsin ki!
"DURUN" demişsin.
"VURMAYIN" demişsin. "VURMAYIN ARTIK! ÖLDÜM!" demişsin.
Dediğini de yapmışsın!
Ölmüşsün.
"VURMAYIN" demiş.
"VURMAYIN ARTIK! ÖLDÜM!" demiş.
Dediğini de yapmış ALİ İSMAİL.
ÖLMÜŞ.
Ölüm bir kere, bil istedim. Bir kere ölürsün, öldünmü!
Annesi vardı ölürken Ali'nin. Ailesi. Ehliyeti vardı belki. Yeni almıştı belki ehliyetini. Erkek çocukları meraklıdır arabalara. Araba kullanmak için yeterince büyüktü Ali. Ölmek için çok küçüktü.
19'undaydı.
Aşıktı belki. Yavuklusu vardı belki, kim bilir.
Sen kaç yaşındasın? Sen kimsin? Kimler okuyor bu yazdıklarımı bilmeden soruyorum bunu. Zaten ben de okur gibi yazıyorum.
Kimsin sen? Kaç yaşındasın? Siyasi görüşün ne? Kime oy verdin? Gezi'de miydin? Henüz hayattayken, kefen giyiyor musun? Formayla dolaşıyorsundur belki. Hangi takımlısın? Kız mısın, erkek mi? Burcun ne? Dindar mısın? Dinci misin? Ateist misin yoksa? Agnostik?
Boşver. Bu cevapların çok ötesinde benim sorduğum şey. Ortak paydamızı düşün sadece: İNSAN
Başka hiçbir soruma cevap vermesen de olur ama şuna cevap ver ne olur! Ne olur yardım et bana.
Yalvarıyorum.
Anlamayanlara, anlayamamaktan yorulanlara yardım et. Dişlerini sıkanlara çaresizlikten, acıdan diyaframları sıkışanlara, konuşamayanlara oksijensizlikten, kederden, yardım et!
SEN İNSAN MISIN? Sadece buna cevap ver. Cevabın evet ise; bir soru daha sormak isterim. Belki anlaşırız insansan.
Niye utanır olduk İNSAN OLMAKTAN?
İnsan ne zamandan beri "Doğadaki en zayıf, en zavallı hayvan" oldu?
SEN HİÇ ÖLDÜN MÜ? 19 yaşında öldün mü hiç? Annene nasıl anlattın 19 yaşında öldüğünü? Kızmadı mı sana? "Bana sormadan neden öldün?" demedi mi baban? Sana seninle ilgili hayallerini anlatmadılar mı?
"Sen daha çocuksun" derlerdi sorsaydın. "Arabayla gez, dolaş biraz" derlerdi. Yavuklunu da alırdın yanına.
Belki o zaman ölmezdin. Anlardın 19 yaşında ölmenin saçmalığını. Bir sokakta, karanlıkta, tekmelerle, sopalarla öldürülmek için çok küçük olduğunu fark ederdin.
Ama sen demişsin zaten Ali diyeceğini. DİRENMİŞSİN. Ölmek istememişsin ki!
"DURUN" demişsin.
"VURMAYIN" demişsin. "VURMAYIN ARTIK! ÖLDÜM!" demişsin.
Dediğini de yapmışsın!
Ölmüşsün.
Pazar, Şubat 02, 2014
İSMİ OLAN ÇEŞMELER
Sevdiği ölür bazen insanın. Ansızın ölür. Sana sormadan. Haber vermeden ölür.
Haber verse ne olur ki? Takdir senin değil ki!
Ben öldürmem sevdiklerimi. İzin vermem ölmelerine. Herkesin bir baş etme mekaniği var. Benim ki de bu sanırım. Sadece fiziksel bir yok oluş olur o zaman ölüm. Bir adaya yollarım onları. Ölen sevdiklerimi yani. Uzak ama güzel bir adaya. Tropikal. Sürekli güneş. Temiz hava. Lost'daki ada gibi. O ada kadar gizemli, o ada kadar metafizik.
Babam orada mesela. Ergin amcam, Ersin amcam, anneannem, Barış Manço...hepsi oradalar. Sen de oradasın.
İyi olduğunu biliyorum.
Asla dönmeyeceğini de.
Dönme zaten. Buraları karışık. Tatsız. Bunu zaten biliyorsun ama sen. Gezi'deydin. Ben de Gezideydim çünkü. Gittiğim yerlere götürüyorum seni sana sormadan. Cebime atıyorum seni bücür, giderken. Miniciksin çünkü.
Telefonunu silmedim hala biliyor musun? "JOY" duruyor hala telefonumda.
Annenle konuştuk bugün. JOY ANA diyorum ben ona. O bilmiyor ama ona JOY ANA dediğimi. Sen söylersin rüyasında. Eminim çok sık görüşüyorsunuzdur.
Sen de JOY ANAsın zaten.
Bir saatin varmış. Erkek saati. Niye hiç şaşırmadım acaba? Belki de tanıdığım en delikanlı kız olduğun içindir. Bana vermek istiyor Joy ana o saati. "Defne de sana vermemi isterdi" dedi. Doğru mu? İster miydin?
Zincirlikuyu da buluşacaktık. Mezarının başında buluşacaktık. Saat 13:00'de. Ben gitmedim. Gidemedim. Çok pişmanım şimdi. Keşke gelseydim.
Babamın mezarına da gitmiyorum kolay kolay. Annemi götürürken gidiyorum. Ablamlarla gidiyorum, abimle gidiyorum. Torunlarıyla gidiyorum bazen. Ömür teyzem var, onunla gidiyorum. O da senin gibi; minik. Sevmem mezarları. Zaten kim sever ki? Mezarcılar bile sevmiyordur bence iş yerlerini.
Sen de adadasın zaten. Mezarda değilsin ki!
Soğuktur ya hep mezarlar, yaz da olsa soğuktur ya; ondan benim soğukluğum mezarlıklara.
Kumsalı yok, her yer mermer, güneş manasız, denizi yok, su çeşmelerden akıyor.
Birileri, birileri için yaptırıyor onları. İsimleri var. Üzerinde yazıyor isimleri. İsmi olan çeşmeler onlar.
Çok özledim oğlum seni! Çok!
İnanamıyorum hala, inandıramıyorum kendimi...
sonra elim telefona gidiyor...
seni aramak istiyorum...
Vazgeçiyorum sonra...
Açmazsın diye korkuyorum.
Haber verse ne olur ki? Takdir senin değil ki!
Ben öldürmem sevdiklerimi. İzin vermem ölmelerine. Herkesin bir baş etme mekaniği var. Benim ki de bu sanırım. Sadece fiziksel bir yok oluş olur o zaman ölüm. Bir adaya yollarım onları. Ölen sevdiklerimi yani. Uzak ama güzel bir adaya. Tropikal. Sürekli güneş. Temiz hava. Lost'daki ada gibi. O ada kadar gizemli, o ada kadar metafizik.
Babam orada mesela. Ergin amcam, Ersin amcam, anneannem, Barış Manço...hepsi oradalar. Sen de oradasın.
İyi olduğunu biliyorum.
Asla dönmeyeceğini de.
Dönme zaten. Buraları karışık. Tatsız. Bunu zaten biliyorsun ama sen. Gezi'deydin. Ben de Gezideydim çünkü. Gittiğim yerlere götürüyorum seni sana sormadan. Cebime atıyorum seni bücür, giderken. Miniciksin çünkü.
Telefonunu silmedim hala biliyor musun? "JOY" duruyor hala telefonumda.
Annenle konuştuk bugün. JOY ANA diyorum ben ona. O bilmiyor ama ona JOY ANA dediğimi. Sen söylersin rüyasında. Eminim çok sık görüşüyorsunuzdur.
Sen de JOY ANAsın zaten.
Bir saatin varmış. Erkek saati. Niye hiç şaşırmadım acaba? Belki de tanıdığım en delikanlı kız olduğun içindir. Bana vermek istiyor Joy ana o saati. "Defne de sana vermemi isterdi" dedi. Doğru mu? İster miydin?
Zincirlikuyu da buluşacaktık. Mezarının başında buluşacaktık. Saat 13:00'de. Ben gitmedim. Gidemedim. Çok pişmanım şimdi. Keşke gelseydim.
Babamın mezarına da gitmiyorum kolay kolay. Annemi götürürken gidiyorum. Ablamlarla gidiyorum, abimle gidiyorum. Torunlarıyla gidiyorum bazen. Ömür teyzem var, onunla gidiyorum. O da senin gibi; minik. Sevmem mezarları. Zaten kim sever ki? Mezarcılar bile sevmiyordur bence iş yerlerini.
Sen de adadasın zaten. Mezarda değilsin ki!
Soğuktur ya hep mezarlar, yaz da olsa soğuktur ya; ondan benim soğukluğum mezarlıklara.
Kumsalı yok, her yer mermer, güneş manasız, denizi yok, su çeşmelerden akıyor.
Birileri, birileri için yaptırıyor onları. İsimleri var. Üzerinde yazıyor isimleri. İsmi olan çeşmeler onlar.
Çok özledim oğlum seni! Çok!
İnanamıyorum hala, inandıramıyorum kendimi...
sonra elim telefona gidiyor...
seni aramak istiyorum...
Vazgeçiyorum sonra...
Açmazsın diye korkuyorum.
Pazartesi, Ocak 13, 2014
ÜRÜN OLARAK AŞK
Aşk sanıldığı kadar iyi bir şey mi, pek emin değilim artık.
Aşka olan ihtiyaç, bir mit olmasın? Bildiğim kadarıyla insan bir tek oksijensiz yaşayamaz. Açlığa,susuzluğa bile epey dayanabilen bir hayvandır insan. Bu yönüyle de deveye benzer hatta.
"Ruh ikizini bul", "yalnız yapamazsın" "Aşk lazım aşk"...
Bunlar ve bunlara benzeyen algoritmalar, bir tek beni rahatsız ediyor olamaz herhalde? Bu "noksanlık" hissi, bu "yarım kalmışlık" vurgusu soğuttu belki beni aşktan.
Elbette aşk,çok popüler bir ürün. Din gibi, seks gibi.
Pazarlaması kolay. Çok satanlar listesinde hep ilk 3 içinde.
Liste belli: Din,seks,aşk.
Sıralamalar değişir en fazla. Soru halleri var mesela aşkın: "sen hiç aşık oldun mu?" , "Kaç kere aşık oldun?" , "bir oturuşta ne kadar aşık olabilirsin?"
Uzmanı çok aşkın. Genelde de en yalnız olanlar o aşk uzmanları. Romantik bir çelişki. Şarkısı, şiiri, filmi, kitabı, programı bol. İnsanların televizyonlarda evlendikleri bir gezegen değil mi artık dünya? Bir de müspet bir bilim dalı değil ki aşk. Ölçemiyorsun ki! Yakalayıp, gözlemlemek üzere bir yere hapis edemezsin aşkı. Aslanları, boz ayıları bile hapis edebiliyorken üstelik. Hepsinden vahşi demek ki aşk. Ben iyi şiir de okuyamam mesela. Yalnızlıktan bu kadar korkulmasını da pek anlayamadığımı söylemeliyim. Düşününce, biriyle yaptığın her şeyi,tek başına da yapabiliyorsun. Teknik olarak mümkün bu. Depresyon, mastürbasyon...Konsantrasyon mesela hatta. İnsan tek başına da odaklanabilir hayata. Unutmak/unutamamak var bir de. Ben koca bir yabancı dili unuttum (almanca), bir insanı unutamamaktan çekinmem gibi geliyor. İnsan, en iz bırakanı, 3 günde unutmaya programlı aslında. Hayatın temposu filan hep buna göre dizayn edilmiş. Eğer unutmuyorsa insan 3 günde, hatayı kendinde aramalı. Unutmanın en etkin metotlarından biri de;yeni şeyler hatırlamak. İnsan bir "yeni anılar üretme makinası" değil mi zaten? "Unutamamayı" çok sevenler var bir de. İşte onların hayatı, çok şiirsel. Ben iyi şiir de okuyamam mesela.
Liste belli: Din,seks,aşk.
Sıralamalar değişir en fazla. Soru halleri var mesela aşkın: "sen hiç aşık oldun mu?" , "Kaç kere aşık oldun?" , "bir oturuşta ne kadar aşık olabilirsin?"
Uzmanı çok aşkın. Genelde de en yalnız olanlar o aşk uzmanları. Romantik bir çelişki. Şarkısı, şiiri, filmi, kitabı, programı bol. İnsanların televizyonlarda evlendikleri bir gezegen değil mi artık dünya? Bir de müspet bir bilim dalı değil ki aşk. Ölçemiyorsun ki! Yakalayıp, gözlemlemek üzere bir yere hapis edemezsin aşkı. Aslanları, boz ayıları bile hapis edebiliyorken üstelik. Hepsinden vahşi demek ki aşk. Ben iyi şiir de okuyamam mesela. Yalnızlıktan bu kadar korkulmasını da pek anlayamadığımı söylemeliyim. Düşününce, biriyle yaptığın her şeyi,tek başına da yapabiliyorsun. Teknik olarak mümkün bu. Depresyon, mastürbasyon...Konsantrasyon mesela hatta. İnsan tek başına da odaklanabilir hayata. Unutmak/unutamamak var bir de. Ben koca bir yabancı dili unuttum (almanca), bir insanı unutamamaktan çekinmem gibi geliyor. İnsan, en iz bırakanı, 3 günde unutmaya programlı aslında. Hayatın temposu filan hep buna göre dizayn edilmiş. Eğer unutmuyorsa insan 3 günde, hatayı kendinde aramalı. Unutmanın en etkin metotlarından biri de;yeni şeyler hatırlamak. İnsan bir "yeni anılar üretme makinası" değil mi zaten? "Unutamamayı" çok sevenler var bir de. İşte onların hayatı, çok şiirsel. Ben iyi şiir de okuyamam mesela.