Pazar, Aralık 20, 2015

YILDIZ SAVAŞLARI

Dün güzeldi. Cumartesiydi. Güzel bir cumartesi. Epey olmuş. Güzel bir cumartesi olmayalı epey olmuş. Uzun zamandır yapmadığım bir şeyler yaptığım günler güzel oluyor. Uzun zamandır görmediğim insanları görmek de güzel. Eğer gerçekten görmek istediğim insanlarsa.
Madem görmek istediğim insanlar onlar, neden bu kadar uzun zamandır görmüyorum onları?
Berra geldi dün. Florya'dan. Ben Kartal'daydım. Florya'dan Kartal'a geldi Berra. Florya ve Kartal nedir bilenler, ne demek istediğimi de bilir. Mesafeyi anlar.
İyi insanları görünce daha hızlı anlıyorum artık ben de.
Büyümek bu mu?
Sadece bu olamaz.
Az var iyi insan. Belki de bu yüzden tanınmaları, fark edilmeleri bu kadar kolay artık.
Berra da onlardan biri.
Güneş vardı. Zaten aslında hep var güneş. Hep orada. Hep yerinde. Sadece bazen biz göremiyoruz onu. Ya da o göstermiyor kendini bize.
Sıra var güneşte.
Her şey gibi, güneş de sırayla.
Seviyoruz güneşi. Davetkar tarafını seviyoruz. Mutlu eden, umut veren bir şeyler var güneşte. Sıcak bir şeyler. Hepimiz gizli paganlarız sanırım. Bize bir şeyler yaptırıyor güneş. Hiç hesapta olmayan şeyler.
Sanki borçluyuz ona. Sanki ona karşı bir sorumluluğumuz var.
Çok insan davetini geri çevirmemiş güneşin. Sokaklar kalabalık. Yine de insandan çok araba var her yerde. Yine de AVM'ler parklardan kalabalık. Zaten AVM'ler de çok parktan, bahçeden, ormandan, ağaçtan.
Ve bu, bizi etmesi gerektiği kadar rahatsız etmiyor. Buna da alıştık.
Yeterince çabalamamak!
Alışmanın yaptığı en derin tahribatlardan biri galiba.
Sinemaya gittik biz de. Parka gitmek yerine, sinemaya gittik.
Yıllar sonra, bu zamanlar, "Star Wars zamanlarıydı" diye anılacak belki. Her yer Star Wars.
Star Wars ve Savaş.
Savaşa da alıştık.
Uzun zaman olmuş sinemaya gitmeyeli. En son seyrettiğim filmi hatırlayamayacak kadar uzun. İlk seyrettiğim filmi hatırlayacak kadar uzun. E.T. idi sinemada seyrettiğim ilk film. Sinemada en sevdiğim film de Braveheart. Okul kırıp gitmiştik. Okul kırmaya değmişti. Dirty Dancing'i de sinemada izledim. Sinemadan çıkınca ben de gittim aşık oldum birine. Herkes öyle yaptı sanıyorum. Film bitmesin hemen diye olabilir.
Bodyguard da sinemada izlediklerimden. Onu izlerken zaten aşıktım. Lisedeydim ve aşıktım. Her liseli gibi.
Lise bitmesin hemen diye olabilir.
Star Wars delisi değilim. Bir koleksiyonum yok. Olanları anlıyorum. Hak veriyorum onlara. Bir erkek çocuğu olduğum için zaafım var ama elbette. Serinin başlangıcında da erkek çocuğuydum ben çünkü.
Sevdim ben Star Wars'u.
İzlerken bana yaptıklarını sevdim. Beni alıp götürdüğü yerleri, bana hatırlattığı şeyleri sevdim. 2 saat için çocuk oldum yine.
Çok istersem çocuk olmayı, çikolatalı süt içiyorum.
Hani, küçük, kırık hatta belki buruk bir gülümseme olur ya bazen insanın yüzünde, ağzında bir şeyler hatırlarken, bir şeyler yaşarken; o gülümsemeyi sevdim ben en çok Star Wars izlerken.
Ayrıca 3 boyutluydu.
Adı değişikti ben onu ilk tanıdığımda. "Yıldız Savaşları" derdik biz ona.
Millenium Falcon, X-Wings, Chewie, R2-D2, C3-PO...hepsini özlemişim. Pilav günüydü sanki. Okul bahçesinde toplanmıştık hepimiz.
Hatta Stormtroopers! O hergeleleri bile özlemişim.
Her okulda vardır "gıcık" tipler.
"Han Solo da yaşlanmış" dedim gördüğümde. Prenses Leia'nın altın bikinisini düşündüm, Leia'yı görünce. Han, Leia'ya, "Saçın değişmiş!" deyince güldüm mesela.
Gözlerim Darth Vader'ı aradı film boyunca.
Ve Luke Skywalker'ı bekledim. Heyecanla. Ve sabırsız.
Bana bunları yapan bir şeyi ben nasıl sevmeyeyim? neden sevmeyeyim ya da?
Lise hayatım çok güzeldi benim.
Sevdim ben seyrettiğim şeyi. Tekniğine, diline, konu örgüsüne bakmadan sevdim. Başka şeyler vardı çünkü bakacak. Daha mühim şeyler, daha duygulu, daha insani şeyler. Sadece 3D gözlük vardı gözümde izlerken. Başka gözlükler takmadım.
"İyi ki gelmiş Berra Florya'dan" dedim. "iyi ki güne açmış, iyi ki sinemaya gitmişiz bu kadar uzun zamandan sonra" dedim.
Sinemaya, yemek yiyenler yüzünden gitmiyorum ben. Sinemada, sinemadaymış gibi, başkaları da varmış gibi yemek yemedikleri için gitmiyorum sinemaya.
Tüm dünyada yasaklanmalı sinemada yemek yemek.
Çok isteyen, mutfağına perde koysun.
Beni yok saydıkları için kızıyorum onlara. Kimseye kızmak istemiyorum artık. Ondan gitmiyorum. Uzak duruyorum öyle yerlerden, öyle insanlardan. Zehirliyorlar beni. Zehri azaltmaya çalışıyorum.
Evde de öyle mi yemek yiyorlar acaba sinemda yemek yiyenler? Gürültülü, özensiz, telaşlı...
40 yıldır açmış gibi. Ve bir 40 yıl daha aç kalacak gibi filmden sonra.
Ben sevdim Star Wars'u. O anı, o an orada olmayı, deneyimin kendisini sevdim. Sevmek için gittim zaten. Kararlıydım.
Sevmeyenler çok oldu. Mutsuz oldu onlar filmden. Onlar da kararlıydı.
"Beklediğim gibi değildi!" dedi bir kadın. Çok istedim ona "Ne bekliyordunuz ki?" diye sormayı ve cevabı dinlemeden oradan, ondan gitmeyi.
Sormadım elbette. Sadece gittim. Dedim ya; zehirden uzak durmaya gayret ediyorum.
Sevmemek için okursak, dinlersek, yazarsak; sevmeyecek çok şey buluruz. Yatkınız buna. Hazırız. Zaten zor geçen hayatlarımızı, bir seviye daha zorlaştırmaya çok hazırız.
Sevmemeyi seviyoruz.
Buna da fena halde alıştık.
Galiba bizi alışkanlıklarımız öldürecek.
Ben sevdim "Yıldız Savaşlarını".

Salı, Aralık 08, 2015

KISA CEVAP


Emre Kınay.
Tekirdağ.
Tiyatro. Sahne. Sanat. Sanatçı.
Tekirdağ belediye başkanı. Cürret.
Güç. Şuur. İhmal. Öncelikler. Gerçekler.
İsyan. Utanma. Cevap.
Daha çok utanma....
Şimdi bunları birleştirip, bir şeyler çıkarmaya çalışacağım. Bir şeyler çıkar mıi gerçekten, bilemiyorum. Ben yine de deneyeceğim. Çıkan şeye bakarız bittikten sonra.
Emre Kınay bir tiyatrocudur. Bir sanatçıdır. Sesi çıkanlardandır. Fikrini söyler, fikrini yazar. İtiraz eder.
Risk alır.
Sayısı azdır bu türün.
Deli bir partizan,deli manyak bir radikal olmadığını düşünüyorum.
Kötüye karşıdır sadece. Kötü kimse, nereden gelirse kötü, ona karşıdır.
Yüzeyde gezinen, hiç dalmayan, dipte olup bitenlerle hiç ilgilenmeyen popçulardan, popçu oyunculardan, popçu sanatçılardan, popçu insanlardan değildir.
Dertlidir. Dert edinenlerdendir. İyi olsun ister her şey. Her şey daha iyi olsun ister. Bunun çok da zor olmadığının, istemekle başlayacağını her şeyin bilir.
İyi adamdır Emre Kınay. İyi de oyuncudur.
Kazandığını işine yatırmıştır. Duru tiyatrodur işi. Onun için de ayrı kavgalar etmiştir.
Falan filan...
Oyunları var. Oyunlarıyla geziyor. Turne denir bu gezintilere. En son Tekirdağ'da idi o ve bir oyunu.
Kendisine ve oyununa tahsis edilen, para karşılığı elbette, sahneyi görünce üzülmüş Emre Kınay. Her insan, her oyuncu üzülür zaten o sahneyi görünce. Fakat her insan, her oyuncu bu üzüntüyü seslendirir mi, videosunu çeker mi, çektirir mi, emin değilim. Herkes bu riski alır mı, dertlenir mi onun kadar, onu da bana sorma. Bu tepkinin yaygın olmadığını, olağanlaşamadığını Türkiye'de sanırım hepimiz biliyoruz.
Konuşan biri olarak, hiç konuşmayanların kefaretini ödüyor aslında Emre Kınay. Konuşanlar çok iyi anladı ben ne diyorum. Herkes konuşsa, konuşanlar bu kadar batmaz göze, bu kadar takılmazlar radarlara.
Listeler misteler...
Sahnenin nesi mi vardı?
Hiçbir şeyi yoktu. Konu da bu zaten. Videosu var ama artık. Videosu oralarda bir yerlerde. Bul izle.
Aslında konu bu değil. Konu Tekirdağ belediye başkanının Emre Kınay'a verdiği, daha doğrusu verdirttiği cevap.
Burada biraz durayım istersen. Seni bekleyeyim. Eğer cevabı okumadıysan, oku öyle devam edeyim?
Olmadı, bunun üzerine de, onu okursun. Hem konu pekişir.
Cevabın detaylarına da girmeyeceğim. Ben, cevabın niyeti ve küstahlıyla ilgiliyim daha çok.
Tekirdağ belediye başkanı CHP'li bu arada.
Bu cevap beni yine haklı çıkardı. Sürekli haklı çıkıyorum.
Bizim çok problemimiz var. Çözümleri de çok basit. Problemlerin en büyüğü de bu: Kimse problem çözmek istemiyor!
Sorunlarımız yapısal bizim. Çözümsüzlükleri hep ondan. Biz hiçbir şeyi çözemeyiz. İstemiyoruz çünkü.
Tekirdağ belediye başkanı ve verdirttiği cevap doğrular bunu.
Okudun mu cevabı? Buldun mu?
Başkan kendini derebeyi sanıyor. Bu çok belli. Tekirdağın ve içindeki her şeyin doğal sahibi zannediyor kendini. O da bir sanrı içinde.
Temel problem bu. Gücü eline geçiren deliriyor. Parti, mevki, statü...Bunlar hiç fark etmiyor. Şuurunu kaybediyor gücü bulan, iktidara yapışan. Ne iş yaptığını unutuyor hemen. Elindeki gücü, insanlar için değil, insanlar üzerinde kullanıyor.
Görev önemli olmuyor hiç, hiç bir şey değişmiyor. Muhtar, apartman yöneticisi, başbakan, cumhurbaşkanı, dernek başkanı, kulüp başkanı, bakan, milletvekili, sınıf başkanı, belediye başkanı...
Son hep aynı mutsuz son.
Denge bozuluyor.  Belki ben de 7/24 pohpohlansam, benimki de bozulur, bilemiyorum.
Belediye başkanlığının bir meslek, bir iş olduğunu unutmuş başkan. Kontrolünü kaybetmiş. Haddini unutmuş. Tuhaf bir cürrete teslim olmuş.
Sayın başkan, siz derebeyi değilsiniz. Türkiye bir aristokrasi değil. Kutsal kandan gelmiyorsunuz. Siz bir belediye başkanısınız.
O kadar! Hepsi bu!
Bir belediyenin başkanısınız. İşiniz bu! Görev tanımınız hizmet!
Daha başka bir şey, daha fazla bir şey değilsiniz.
Hatırlatmak istedim.
Ve sevgili CHP! Toplam 4 tane belediyen var zaten Türkiye'de. Bari oralarda hatasız ol. Farklı ol. Proaktif ol. Örnek ol. Uzak olma. Tahammüllü ol. İş yap. İş bitir. Problem çöz.
Başkalarına benzeme sen de. Herkes gibi olma.
Ben Emre Kınay tarafındayım bu konuda. Zaten başka taraf da yok aslında.
Uzadı. Bitiriyorum.
Keşke siz de hiç uzatmasaydınız. Tartışmanın, tartışılanın zeminin kaydırmasaydınız. Biz buna da çok alışığız ama başkalarından. Keşke konudan sapmasaydınız. Mevzuda kalsaydınız. Odağı bulandırmasaydınız.
Cevabınız çok uzun ve çok hatalı sayın başkan. Her satırına itiraz edilir. 2018'de yenilenecekmiş mesela salon ve hizmet binası.
Olimpiyat mı bu?
2016 yılına yeni gireceğiz başkan.
Çok soğuk cevabınız. Buz gibi. Mesafeli. Çok mesafeli. Ve hiç sevmediğimiz, kurtulmaya çalıştığımız bir dille, bir tonla yazılmış. Üzdü okumak. Lakin hiç şaşırtmadı.
Şu kadarı yeterdi, inanın lütfen bana:
"Emre Bey, notunuzu aldık. İLGİLENİYORUZ"

Pazartesi, Aralık 07, 2015

DOLMUŞLAR ve DEMOKRASİ MAKİNASI


Türkiye bir demokrasi değil.
Buradan başlamak lazım yazmaya ve okumaya. Ben yazmaya buradan başlıyorum. Türkiye bir demokrasi olamaz. Mümkün değil. Teknik olarak, altyapı olarak, coğrafya olarak, geçmiş ve gelecek olarak mümkün değil. Bunda bir şey yok. Sıkma canını o kadar. Onlarca ülke var demokrasi olmayan. O sınıfa dahil oluruz. En azından sınıfımızı biliriz. Bu, "arada kalmışlık", bu "külürel ve sosyal araf" çok beter. Şaşkın zombiler olduk çıktık. Öldük mü, kaldık mı, ondan bile emin değiliz. Böyle zombi mi olur?
Demokrasi olan onlarca ülke de var öte yandan. Hazır ülkeler var. Belki hazır olanlarına gitmek lazım. Çok oldu giden. Çok insanın, çok kalifiye insanın var aklında gitmek. Aklı Greencard başvurusunda çok insanın. Haber bekliyorlar. Uyumadan önce greencard duası ediyorlar. Herkes çile çekmek istemiyor sanıldığı ve söylendiği kadar. Herkes çilekeş olmak için okumadı. Zaten aklı başında olan insan, bile bile çile çekmek istemez. Çile çekmeyi sevmez. Hasta değilse; sevmez. Çile çektirenleri de sevmez hasta olmayanlar. Çile çekmek normal bir şeymiş gibi yapanlardan uzak dururlar hep. Manyak değillerse; uzak dururlar.
"Peki Yunus efendi! Türkiye hiç mi demokratik değil?". 
Bir diktatörlüğe kıyasla, demokratik elbette. Yarım yamalak demokrasi, hiç demokrasiden daha korkunç bence. Var zannediyorsun ama yok. Kafan bulanıyor. Midem bulanıyor sonra. Sürekli bir kandırılmışlık hissiyle dolanıyorsun. Dipte hep bir endişe. Berbat bir şey kısaca. "Demokrasisizliği" tercih ederim, "az demokrasiye". 
Denedik. Olmadı. 
"Türkiye Cumhuriyeti Projesi" olmadı.
Bakıldığında, olmuş gibi duruyor ama olmadı aslında. Uzaktan öyle duruyor. Yakından, içinden gerçek çok başka. Olabilecek olsaydı olurdu 90 küsür yılda. Detaylarla uğraşıyor olurduk şimdi. Süslüyor olurduk onu. Daha da güzel olurdu o zaman. Yıkmaya kıyamazdık. 90 küsür yıl çok uzun bir süre bir şeyler olmak, bir şeyleri oldurmak için. Bir çok insan, bir çok şey 90 küsür yıl yaşamaz bile.
Birinin bunları söylemesi lazım ve de artık. 
Benden daha mühim birinin. Lafı dinlenen birinin. 
Yüksek sesle konuşamadıklarımız tortu oluyor çünkü sonra. Kalıyor. Geç kalıyoruz. Birikiyor. Başımız belaya giriyor seslendiremedikçe bazı şeyleri yüksek sesle. Yüzleşmekten kaçtıklarımız yok olmuyor ki zamanla. Sadece kaçıyoruz biz onlardan. Buluşmalarımızı erteliyoruz. Arıyorlar, açmıyoruz. Bahaneden bol ne var!
Ama onlar hep orada. Bekliyorlar. Vakitleri de var. Çok vakitleri var.
Türkiye bir demokrasi değil. İnsanları demokrat değil çünkü. Biri olmadan, diğeri olmaz. Demokrasi bize pratikte lazım. Sevmemiz lazım, çok sevmemiz lazım onu olması için. Sandığımız kadar sevmiyoruz. Sandığımız kadar önemsemiyoruz. Bir çoğumuz varlığından haberdar bile değil. Bilmediğimiz bir şeye ne kadar ihtiyacımız olabilir ki?
Tanımadığı birini özler mi insan?
Dünyanın sonu değil bu. Kabul etmek lazım. Önünde engeller var Türkiye’nin bir demokrasi olması için. Büyük engeller.
Genetik ve gelenekler. İkisi de değişmez kolay kolay. Bugünden yarına değişmez. Engeller bunlar. Bizden kuvvetliler. Kararı bunlar verecek. Verdi. Veriyor.
Beceremiyoruz biz demokrasiyi. Saygı duruşlarını beceremediğmiz gibi. Oysa ikisi de çok kolay. İnat etmesek, çok kolay. 
Zaten biz neyi becerebiliyoruz ki? Retorik bir soru değil bu. Lütfen bana çok iyi yaptığımız, en iyi yaptığımız, hakkını verdiğimiz ve dünyada da karşılığı olan tek bir şey söyler misin?
Hiçbir şeyi beceremiyor olmayı beceriyor olmamız sana da garip gelmiyor mu? Zor değil mi mesela bu kadar beceriksizlik? Becerikli olmaktan daha zor değil mi?
Yuvarlak bir deliğe, bir küp sokmaya çalışıyoruz onlarca yıldır.
Elimize yüzümüze bulaştırıyoruz. Bir silindire ihtiyacımız olduğunu anlayamıyoruz bir türlü. Yuvarlak bir deliğe bir küp sokamayacağımızı, bunun  teknik ve fiziksel olarak mümkün olmadığını fark edemiyoruz. Uyaranlara kızıyoruz. Hapse filan atıyoruz hatta. Elimizdeki küpü yontuyoruz sürekli. Küpten silindir yapmaya çalışıyoruz. Onu da yapamıyoruz üstelik.
İyi yontucular da değiliz. Ne yonttuğumuzu, ne de, ne için yonttuğumuzu bilmiyoruz. Sadece yontuyoruz. "Yont" diyor birileri. Biz de yontuyoruz. İnanmadan. Şuursuzca. İnanmazsan çok zor. Senin olması çok zor inanmadığın bir şeyin. Çağırsan gelmez inanmadığın şey. Sesini duyuramazsın ona. Duysa da umursamaz.
Zaman kaybediyoruz sürekli. Zamanın da kıymetini bilmediğimiz için, zaman kaybettiğimizin ayırdına varamıyoruz. Zamanın kıymetini bilmeyenlere normal gelir onu kaybetmek. Oysa bu korkunç bir şeydir. Zaman kaybettiğimizi anlamadığımız için, zaman kazanmayı da umursamıyoruz. O kazandığımız zamanla, onu kazansak, neler yapabileceğimizi göremiyoruz.
Zaman geçiyor bu arada. Hızlıca. Durmadan ve beklemeden.
Oy vermek mesela. Karar vermek yani. Karara ortak ya da karşı olmak yani. Çok mühimdir bu demokraside.
Kendini ifade etmek. Düşünürken özgür hissetmek. İtiraz hakkı. Eleştirmek.
Risk almaktır hepsi. Ama insanı canlı kılar. Riskin cazibesi diyorum ben buna. Bir kumarbazı düşün! Baştan sona canlı kılar. Heyecan verir. Bu hazzı bilmiyor çok baskın bir çoğunluk. Çok kalabalıklar bilmeyenler. Kalabalık ve organize. İnsansız işleyemez demokrasi. Onlar olmadan olmaz. Onlarsız olmaz. Bu haz olmadan, bu heyecan yayılmadan olmaz. Zaten yayılsa sel olur halklar. Selin de önünde kimse duramaz.
Marş motoru “özgürlüklerdir” demokrasinin.
Sokağa çıkalım mı seninle vaktin varsa? Soralım mı insanlara bir şeyler. Yoksa hiç bulaşmayalım mı?
Önceliklerini soralım mesela. Özgürlükler, demokrasi, insan hakları, ifade özgürlüğü, sanat, spor…
“Bunlar öncelikler listenizde ilk 10’a girer mi?” diye soralım mı?
Yoksa cevabı bildiğimiz sorulardan vaz mı geçelim?
“Vazgeçenler” çoğaldı. Onları çok iyi anlıyorum.
"Oy verme bilinci", çoğunlukla, "alışkanlık" olarak tanımlanan toplumlarda mesela, demokrasi makinası çalışmaz. Zira bu tip toplumlar, demokrasinin ne olduğunu, kim için olduğunu, onunla neler yapılabileceğini, ne işe yaradığını bilmez.
Demokrasinin olması için, demokrasi olmadan yapamıyor olması lazım kişilerin, toplumların. DNA'sına işlemiş olması, yerine başka hiçbir şey, hiçbir kişi koyamaması lazım.
Demokrasi bir refleks olursa iş görür ancak. 
Hayatının neresinde var demokrasi? Okulda var mıydı? Trafikte var mı? Ailende? Dolmuşta para üstü isterken bile utanıp sıkılan bir toplumda, hangi demokrasi?

“Benim dediğimi dediğin sürece, benim inandığıma inandığın sürece; ne dersen de, neye inanırsan inan”

Sözde demokrasimizin ilk cümlesidir bu. En hasta halidir. Ölmesi gerekir bunun. Ölmeden yeniden doğamaz çünkü. Gücü eline geçiren, kişiselleştirir onu. Kölesi yapmak ister.
En basitinden; tuttuğumuz takımların başkanlarına baksana? Neler söylediklerine, tavırlarına baksana. Başka takımlar söz konusu olduğunda, kendine bak ya da. Bir umut var mı?
Hayatının ne kadarı demokrasi? En son ne zaman kullandın onu? Evden çıkarken, her gün yanına alıyor musun onu? Gittiğin her yere o da geliyor mu seninle cüzdanın gibi?
Demokrasi senin kimliğin mi? Cüzdanında mı duruyor?
Bir belçikalının demokrasiden anladığı şeyle, seninki aynı olabilir mi? Buna izin var mı?
Bir isveçli kadar sık sığınıyor musun ona? Arkana alıyor musun? Sırtını dayıyor musun?
Bir alman kadar güveniyor musun? İlişkiniz sağlam mı o kadar? Özlüyor musun mesela olmadığı zamanlar? Arıyor musun onu?
Sen hala Afganistan'dan farkımız var zannediyorsun.
Zayıflık kabul edilir bu topraklarda aslen özgürlük olan şey. “Yumuşak” gelir bir çoğuna. Korkar pek çokları demokrasiden, medeniyetten korktukları gibi. Kullanmayı bilmediklerinden.
Acıdır bu. Çok acıdır.
Korktukları kendileridir aslında. Noksanlıklarından, yetersizliklerinden korkarlar. Açık vermekten korkarlar. Açıkları çoktur çünkü. Bir kıta kadar çoktur.
Şartları olur demokrasinin. Talepleri olur. Bir kullanma kılavuzu olur.
Böyle değilse şartlar, çalışır gibi yapar makina. Sık sık bozulur.
İş görmez.
"Fiyakalı" bir kelime olarak kalır. Takım elbiseli adamların, haber kanallarında, bültenlerinde ağızlarını doldurmaktan başka bir halta yaramaz. Halbuki çok daha fazlasıdır.
Ve herkes içindir demokrasi. Anlayamadığımız budur bizim. Zaten bir anlasak...anlamaya bir başlasak...anlamanın tadını bir alsak...
En güzel tarafı, adaletidir çünkü.

Türkiye bir demokrasi değildir. Olamaz da. Böyle başladım, böyle de bitireyim.

Salı, Kasım 10, 2015

SONSUZLAR KULÜBÜ

Merhaba Atatürk düşmanı! 
İzninle sana böyle seslenmek istiyorum. Pek itiraz edeceğini sanmıyorum. Zaten sen de kendine böyle diyorsun. Hatta bundan hoşlandığını, bununla gurur duyduğunu, bunun bir marifet, bir kimlik olduğunu düşündüğünü bile düşünüyorum. Elimde yeterince veri var.
Dünyanın en manasız, en temelsiz düşmanlıklarından biri olabilir bu. Düşman olmanın da var onurlu bir yanı aslında. Bu düşmanlıkta bir onur göremiyorum ben. 
Pek makul de gelmiyor. 
Gerekçelerini makul bir dille anlatsan belki dinlerim de seni. Fakat sen anlatmıyorsun. Sen kusuyorsun. Sen kusarken ben seni dinleyemem.
Elbette herkes herkese bayılmak zorunda değil. Eminim herkesin cebinde var bir "Bayılmadığım insanlar" listesi. Bazı listeler çok uzun. Lakin çok hassas bir noktayı atlıyorsun gibi geliyor bana:
Minnet & Saygı. 
Yine de sen bilirsin. 
Biz dost değiliz. Dost olamayız artık biz seninle. O pencere kapandı. Sen kapattın. Beni yok etmek istemiyor olsaydın, beraber yaşardık da güzel güzel. Ama çok istiyorsun. Beni çok yok etmek istiyorsun. Ben kendimi korumaya çalışıyorum senden. Sen beni yok etmek istediğin için yapıyorum bunu. Sen beni düşman ilan ettiğinden beri böyle bu. Benim seninle, senin benimle sorunun olduğu için sorunum var. Bu kıvamı sen istedin.
Sen Atatürk düşmanısın. Ve bu bana gayet saçma geliyor. Saçma şeylerle arkadaş olamıyorum ben. Eminim başka pek çok düşmanlıkların da var senin. İnsan bir kere yatkın olursa düşmanlığa...Hazır olursa düşman olmaya bu kadar... 
Kadına filan da düşmansındır sen. Kadın olsan da düşmansındır. Eğitime, bilime, gelişmeye, haklara, özgürlüklere, konuşmaya, yazmaya, çizmeye, ağaca, eşitliğe, sanata, sanatçıya...Hep düşmansındır sen bunlara.
Tanıştım ben bazılarınızla. Hiç ağaç sevmeyenlerle tanıştım mesela. Ağaç neden sevilmez? Ağaç onlara ne yapmış olabilir? Tekme atmamıştır mesela. Bir insan ağacı neden sevmez? Yeşil olduğu için mi? Gölge yaptığı için mi? Ağacı suçlayanlarla tanıştım ben. Zaten hep ağaç suçlu.
Saçma.
Yine de sana minik bir tavsiyem var:
Atatürk'ün kurtarıp kurmadığı ülkeler var.
Oralara gitsen mesela? Daha mutlu olmaz misin oralarda? 
Düşünsene; hiç Atatürk yok!
Bence olursun. Dün yeterince gerilmedin mi mesela sen? Milyonlarca insan, aradan geçen onca zamana rağmen, hayatı durdururken dokuzu beş geçe, sinirlenmedin mi? Seni sinirlendirmek için yapmadık inan. O kadar mühim değilsin. Kendini bu kadar önemseme. Sen kendi kendine sinirlendin.
Köpekleri severim ben. Kedilerden daha çok severim köpekleri. Karanlık odalarda tutulan, çiğ etle beslenen dövüş köpekleri var. Ne zaman aklıma gelseler üzülürüm. Onları sevemiyorum. Benim sevdiğim köpeklere benzemiyor onlar. Başkalaşmışlar. Makul değiller artık. Akılları yerinde değil. O karanlık ve o etler değiştirmiş onları. Başka bir tür olmuşlar. Onların bir suçu yok aslında. Suç onları karanlıkta tutup, onlara çiğ et verenlerde. Onları bu kadar saldırgan yapan, onları öldürmeye güdüleyen, yok etmeye alıştıran asıl suçlu olan onlar. Bir köpekten, bir canavar yaratan başkaları. Ve aslında köpekler umurlarında değil. Köpek dövüşünde iyi para var.
Bunu yapma kendine. Üstüne bu kadar gelme. 
Beni yanlış da anlamanı istemem. Anla diye anlattıklarımı, tane tane anlatacağım anlatacaklarımı.
Anladın mı?
Bir öfke, bir alay yok yazdıklarımda. Küfür yok. Küfürsüz yazıyorum. Bir çaba var. Senin için çabalıyorum. Sana yardımcı olmak istiyorum. Sen de mutlu olun istiyorum. Bu nefretle, bu kin, bu nankörlükle, bu ülkede zor. 
Sadece 10 kasım değil ki! Bunun 29 Ekimi var, 30 Ağustosu var, 23 Nisanı var, 18 Martı var...
Ya da herhangi bir gün, herhangi yerde de hatirlayabiliriz biz Onu. Hatirlatabiliriz. 
O kadar çok yer, o kadar çok şey var ki Ona borçlu olduğumuz.
Yok yere canın sıkılır. Zaten o kadar nefret ve kötülük seni yeterince yormadı mı? Zehirlenmedin mi daha? 
Zehirlenmiş gibisin.
Seni kim zehirledi, nasıl zehirlendin bu kadar, seni zehirleyen kaynaklar neler, nereden buldun onları, doğruluklarını sorguladın mı, merak ediyorum. Bu kini nasıl, neyle besliyorsun? Her gün mü?
Günde kaç kere?
Burası doğru yer olmayabilir senin için. Bunu bir düşün. Burası Onun ülkesi çünkü. Ona düşman olmayanların ülkesi burası. 

Biz seviyoruz onu. O da bizi çok sevmiş çünkü. Neler yapmış bizim için. Sevmese yapar mıydı? 
Çok sevmiş.
Onun kurtarıp kurduğu ülke burası. Değişmezlerinden biri bu Türkiye'nin.
Değişmezlerinden biri O. 

Bir çok şey değişmiş olabilir. Bu değişenler, sana hırs, umut vermiş olabilir. Hevesini anlıyorum. İnan bana anlıyorum. Daha bir inanmış olabilirsin. Sona geldiğini, sona gelindiğini sanıyor olabilirsin. 
Sanrı bunlar. Yüksek ateş ve nefret yapar bunu. 
Bitince ne, kim başlayacak zannediyorsun? Biz neredeyiz o esnada peki? Duruyor muyuz öyle?
Hiçbir şey yapmadan...
İtiraz etmeden...
Sen bizi hiç mi tanımıyorsun? 
Unuttuğun bir şey var. Ya da aslında hiç bilmediğin: Sonsuzluk!
Sonsuzluk çok başka bir şey. Çok başka bir zaman dilimine geçersin sonsuz olursan. Hiç bitmezsin. Hiç unutulmaz, hiç yanıltmazsın. Dokunulmaz olursun sonsuzlukta. Sana erişemez herkes. Uçsuz bucaksız olmaktır sonsuz olmak. Başladığı ve bittiği yer olmaz sonsuz olanın. O iki nokta arasında kalan yerdir sonsuzluk. Bir sonsuza ancak bir sonsuz müdahale edebilir. Bir sonsuzla ancak bir sonsuz kıyaslanabilir. 
Onu hayatta olanlarla ölçemez, Onu güncel zamandakilerle yarıştıramazsın. Işığı santimetreyle ölçmeye benzer bu. Doğru sonuca ulaşamazsın. 
Herkesin alınmadığı, kabulü çok zor olan bir kulüptür sonsuzlar. 
O da orda. Sonsuz O da. 
Hiç bitmeyenlerden oldu. Hiç unutulmayacaklardan ve hiç yanıltmayacaklardan oldu çoktan.
Bazı insanlar doğdukları an sonsuz olur. Bazı şarkılar gibi. Sonra anlarsın.
Sen, ben yaklaşamayız ona. 
Hele sen...Seni kapısına yaklaştırmazlar kulübün. Zaten sen de pek yanaşmazsın. Oraya, oralara hiç ait olmadığını anlarsın hemen. Bu histen kaçamazsın. Bu gerçek kemirir seni. 
Gerçi seni pek kestiremiyorum. Senin gibilerin garip bir pişkinliği oluyor. Böyle...yapış yapış.
Bir coşku, bir maç sonu sevinci, bir duygusal an değil bu. Bir gerçekten bahsediyorum sana. Sana bir hayal kahramanı anlatmıyorum. Evimin köşesinde kutsal bir yer değil O. Sapasağlam bir gerçek.
Şunu da hatirlatmama izin ver lütfen. Şımarırken aklından hiç çıkmasın bu:
Onun karşısına kimi, neyi koyarsan koy, kaybeder.
Ama kısa, ama orta, ama uzun vadede...kaybeder.

Bana inanmıyorsan, zamanında kaybedenlere sor.
Yendiklerine sor. Yenip kovduklarına!

KURTARAN

Senin Onu sevmen olağan. "Onu çok seviyorum" demen olağan. 
Kurtardıklarındanız hepimiz. Kurtarılan olarak, kurtaranını sevmen olağan.
Ona minnet duyman, Ona borçlu hissetmen olağan. 
Minnet!
En azından bunu borçlu hepimiz.
Borçlularız biz. Hepimiz aynı adama borçluyuz. O adama ve arkadaşlarına. Ona bizden bile önce inananlara. Onun için, bizim için, Onun yanında, Onun emrinde ölenlere. 

Uğruna ölecek biri, bir yer olması güzel insanın. Az kaldı öyle biri, öyle yer az kaldı.
Kurtarılanız biz. Kurtardıklarındanız. Bizi O kurtardı. Esirdik biz. Tutsaktık. Öyle de kalacaktık bir mucize olmasaydı. Ama oldu. O mucize oldu. 
O oldu.
Bizi O kurtardı. Hepimizi. Hepimizin dedesini, anneannesini, babasını, annesini, teyzesini, amcasını, kardeşini, sevgilisini, dinini, adını, örfünü adetini, ağacını, toprağını, evini, yurdunu, tarlasını, camisini, okulunu, denizini, ovasını, yazını, kışını, arkadaşını o kurtardı.
Hele kadınını! Kadınını karanlıktan, yokluktan çekti çıkardı.
İnsanını kurtardı.
Bir ülkede ne varsa onu. Geçmişini, geleceğini O kurtardı. Bir ülkeyi, bu ülkeyi O kurtardı. Yanan bir evden bir çocuk kurtarır gibi. O çocuk gibi, bir çocuk gibi sevmen Onu, çok olağan. Senin Onu sevmen olağan.
Olan bu. 
Bunu ben demiyorum. "Bu oldu" diyen ben değilim. Tarih diyor bunu. Kaybedenlerin yazdığı tarih üstelik. Büyük bir yenilgiyi ve hayranlığı anlatıyor yenilenler. Sorsan, şimdi de anlatırlar. Bizim kadar iyi biliyorlar kime, nasıl yenildiklerini. 
Defalarca. Defalarca kime nasıl yenildiklerini çok iyi biliyorlar. Defalarca yenildikleri için biliyorlar. 
Belki bizden de iyi biliyorlar. Hayranlıkları bundan. Böyle yazıyor tarih. Dünya böyle okuyor. Böyle biliyor. Yendiklerinin hayranlığını kazanmak! Asıl kazanmak bu işte. Kazanmanın en zor ve asil hali bu.
Teknik olarak vaziyet bu. Tarih olarak vaziyet bu.
Kurtardıklarindan olmana gerek bile yok aslında.
Aklin başındaysa, bilincin yerindeyse, biraz tarih, biraz okuma yazma biliyorsan... Onu sevmek olağan. Kolay onu sevmek. Kolaylaştıran yine kendisi. Zoru kolay gibi göstermek meziyetlerinden sadece bir tanesi. Zamanının ilerisinde, çok ilerisinde olması da bir başkası. Nezaketi, özeni, kararlılığı, bağlılığı, öngörüsü, zekası, şıklığı, incelikleri, sertliği...
Çok meziyeti var. Gözlerinden bahsetmiyorum bile. 
Şimdi bile, şimdinin çok ilerisinde.
Bir refleks onu sevmek.
Peki...
O seni sever miydi tanısaydı? Karşılaşsaydın bir yerde, aynı sofrada otursaydın, sohbet etseydiniz biraz, seni tanısaydı mesala...sever miydi? Rahat çıkar mısın karşısına? Sorularına hazır mısın?
Olmanı istediği insan, birey oldun mu sen? Ülke oldu mu onun istediği gibi? Gerçekten kurtarabilmiş mi seni, beni, ülkeyi?
Sonraki savaşları da kazanmış mı? Sen yardım ediyor musun ona? Bitti mi savaşlar? Savaşlar biter mi?
Düşman bitmeden savaş biter mi?
Asıl ölçü, asıl mesele bu. Asıl savaş burada. Rota bu.
Bunu sormalı hep. Bunu hatırlamalı. 
Ve hep doğru cevap vermeli.
Gözleri kaçırmadan.

Pazar, Kasım 08, 2015

SALDIRMANIN GÖRKEMİ

Bokstan çok şey öğrendim. Bir şeylere vurmak eğlenceliymiş. Bir şeylere doğru vurmak eğlenceliymiş.
Yumruğun da doğrusu, iyisi varmış. Doğrusunu, iyisini saklamayı öğrendim.
Beklemeyi öğrendim mesela. Doğru zamanı beklemeyi. Doğru zamanın geldiğini, aradaki farkı öğrendim.
Rahatlatıyormuş gerçekten bir yerlere vurmak. Yastıklara bağırmak gibi.
Gün içinde kaç kere dağıtmak istiyorsun birilerinin yüzünü? Doğru söyle?
Üzerine forklift sürmek istediğim insanlar benim de var. Ama sürmüyorum.
Kimsenin suratını da dağıtmadım epeydir. Zaten birine vurmaya başlarsam durmam kolay kolay bu aralar. Yere yatırırım onu mesela. Kollarını dizlerimin altına alırım.
Ve vurmaya başlarım.
Ellerimdeki kemikler acıyana kadar. Ellerim kan içinde kalana kadar. Vurmaktan yorulana kadar.
O ne hale gelir bu arada bilmiyorum. Ben ondan iyi durumda olurum sanırım.
Peki ya sonra? Sonra ne hissederim?
Geçince ne hissederim?
Bir şeylere vuruyorum o yüzden. Birilerine vurmamak için bir şeylere vuruyorum.
O vurduğum yerlerde kimleri, neleri görüyorum, bir bilsem.
Söyleyemem. Başım derde girer söylersem. Gördüklerimin hoşuna gitmez hiç bu. Onları, yumruk attığım yerde gördüğümü öğrenmek hoşlarına gitmez.
Kimin gider ki?
Dövüyorum onları. Dayak atıyorum onlara. Yorulana kadar dövüyorum. Ellerimde eldiven var.
Odaklanmasını seviyorum boksun. Bana karşı koyacak, bana geri yumruk atacak biriyle boks yapmadım henüz. Yapmayı da düşlemiyorum. Çok sevmekten korkuyorum bunu. Dayak yemekten korkttuğum kadar, çok sevmekten korkuyorum.
Canlandırabiliyorum ama. Karşımda canımı yakmak isteyen biri varmış gibi yapabiliyorum.
Zaten var!
Karşımda canımı yakmak isteyen biri, bir şey hep var.
O benim canımı yakmadan, ben onun canını yakmak istiyorum. Onu pişman etmek istiyorum. Bir daha böyle bir şeye kalkışmadan önce iyice düşünmesini sağlamaya çalışıyorum. Sağda solda anlatmasını istiyorum bunu...beni..
Söylesin istiyorum. Benden uzak durmaları gerektiğini söylesin onlara.
İntikam almak istediğim bir şeyler, zamanlar, yerler, insanlar olmaz olur mu? Var tabi. Herkesin vardır.
Sen artık vahşi birer hayvan olmadığımızı mı sanıyorsun yoksa?
Onlar bilir kendini. Kendilerini tanır onlar. Bana yaptıklarını, yapmadıklarını daha çok hatırlarlar.
Kötüler daha zor unutur. Unutmak istemezler çünkü. Unutmamaya gayret ederler.
Bokstan çok şey öğrendim.
Bütün vücudunu bir yerlere, bir şeylere vurmak için yönlendirmeyi, kendi içindeki o tuhaf uyumu kollamayı, beklemeyi sinsice, odaklanmayı, aynı saniyede saldırırken savunmada olmayı, ikisinin aslında bir tek şey olduğunu fark etmeyi, duygularını ortadan ikiye ayırabilmeyi, telaş etmenin ne kadar ölümcül olabileceğini, yine de hiç beklenmedik bir anda, hiç beklemediğin bir anda atağa geçmeye ne kadar hazır olduğunu, kendine şaşırırken, utanmadan korkarken, canın yanmasın isterken hala nasıl vazgeçmediğini öğrendim ben.
Bir şeylere vurmanın ne kadar güzel olabileceğini...
İnsanın en çok, saldırırken açık verdiğini öğrendim bir de. Saldırmanın o görkemine kapılırsa, tek düşündüğü şey saldırmak olursa, atmak istediği yumruktan başka bir şeyi hesaplamazsa ne kadar savunmasız kaldığını insanın öğrendim.
En tehlikeli şeyin gardının düşmesi olduğunu...
İnsanın tek bir yumrukla düşebildiğini...
Gardın düşer çünkü sen de düşersen. Gardının hali bozulur. Seni koruyamayacak hale gelir. İşini yapamaz. Hiçbir işe yaramaz kafanı karıştırmaktan başka.
Olmayan bir şeyin olduğunu sanarken yapıyoruz hataların çoğunu.
Olmayan şeylere güvenerek...
Güçsüzleşir. O güçsüzleşirken sen zayıflarsın.
Olmayan bir şeyin olduğunu sanarken yapıyoruz hataların çoğunu.
Sen yaparsın bunu. Kendine bunu sen yaparsın. En iyi arkadaşına bunu sen yapsın.
Açık verirsin!
Ve o yumruğu atamazsan, o yumruk hedefi bulmazsa...
İşte en ağır yumruğu o zaman yersin. Hiç beklemediğin anda yediğin yumruklar kadar fenası yoktur. Darmadağın olursun. Burnun, dudağın patlar. Elmacık kemiklerin parça parça olur.
Kibrin yapar bunu sana. Kibrini sen beslersin ama.
Bil kendini. Bunu öğrendim ben bokstan. Kendini tanı. Rakibini tanı. Nerede olduğunu, ne yaptığını bil. Birine, bir şeye saldıracaksan; çok iyi düşün. Çok iyi hazırlan bu saldırıya. Açık verme hiç.
Gardın düşmesin. Gardın düşerse, sen de düşersin.
Perişan olursun durduk yere.


Cumartesi, Kasım 07, 2015

TEORİK ARKADAŞLIK.

Sandığın kadar arkadaşın yok. Hiç yok demiyorum arkadaşın. Elbette var. Arkadaşlarını ve tanıdıklarını ayır birbirinden diyorum. Dediğim sadece bu. Bunu diyorum. Tanıdığın insanlar var senin diyorum. Tanıdığını sandığın.
Birini, daha önce tanımadığın birini, sonra ne kadar tanıyabilirsin ki!
Sana söylüyorum bunu. Sana ve onlara. Kendilerine hiçbir şey söylenemeyeceğini sananlara söylüyorum. Kendini dokunulmaz sananlara. Öyle değil çünkü.
Herkese her şey söylenir.
Haberin olduğu insanlar var senin. Olan bu. Onlardan haberin var. Onların senden haberi var. Birbirinizi biliyorsunuz. Tamamlandığınızı birbirinizle sandığın insanlar var. Bazen bu çok tehlikeli olabiliyor. Arkadaşlık, yanlış insanların elinde çok tehlikeli olabiliyor.
Seni bu aldatıyor. Aldanıyorsun.
İki yüksek bina arasına bir ip geriyorsun mesela bir gün. Bir yüksek binadan öbürüne yürümek var aklında.
Neden mi? İlla bir neden mi gerekiyor?
Peki.
Çünkü canın öyle istiyor. Ya da zorundasın. Ne fark eder?
Tehlikeli bir şeye kalkışmak üzeresin.
Bu çok sık olur.
Yürümek zorundasın çünkü bazen tehlikeli yerlerde ve zamanlarda. Altında bir ağ var sanıyorsun sen. Yine de tehlikeli kalkıştığın şey. Ağa rağmen tehlikeli. Tehlikeli olmadığına ikna edemiyorsun kendini, inandıramıyorsun. Korkuyorsun. Ağa güveniyorsun. "Düşsem de bir şey olmaz" diyorsun. Belki de ipe çıkmadan, ilk adımı atmadan son şey bu kendine söylediğin.
Gözler ileride ve kararlı.
Yüksek sesle söylüyorsun hatta belki de bunu, duyduğundan emin olmak için. Söylediğin şey daha gerçek olsun diye böyle yapıyorsun belki de.
Belki bir dua ediyorsun sonra.
Belki çoktan etin duanı sen.
Belki zaten dua bu söylediğin.
"Düşsem de bir şey olmaz"
Ben hiç dua etmem. Dua bilmem. Ezberlediğim için not aldıklarımı, ders oanları bile unuttum. Uydurduklarım var. Kendi kendime uydurduğum dualar var. Birine bir şeyler söyleme ihtiyacım olduğu zaman uyduruyorum onları. Onları uyduruyor olmam, dualarımı değersiz yapmaz. Daha az gerçek olmazlar. Alay etmek için yapmıyorum ki bunu ben.
Arkadaşların işte o ağ. Aslında ağ mağ yok işte bazen.
Elinde kağıt kalem, sürekli hesap yapan adamdan ağ olmaz.
Kötü arkadaşların kandırıyor seni. Ağ olduğuna inandırıyorlar. Kendileri ağmış gibi yapıyorlar. Hesap bu!
Sonra, sen kendi duanı ederken, kayboluyorlar.
Sen yine de o ilk adımı atıyorsun. Bazen erken, bazen geç fark ediyorsun ağ olmadığını o iki yüksek bina arasındaki tehlikeli yürüyüşüne başlarken. Erken fark edersen şanslısın.
Söylediğinden, kendi duandan vazgeçmiyorsun sen yine de. Tek bir yön olur, tek bir yön kalır bazen çünkü sana. Hala korkuyorsun. Belki daha çok. İp gergin. En ip kadar gerginsin sen de. Birbiriniz anlıyorsunuz.
Düşüyorsun bazen. İpin üzerine kalamıyorsun. Rüzgar ters esiyor, ayağın kayıyor, aklın kalıyor...Düşüyorsun. Sadece yürüyemediğin için yürümen gerektiği gibi, düşüyorsun. Rüzgar doğru esiyor, ayağın kaymıyor, aklın kalmıyor ama sen yine de düşüyorsun.
Sağına soluna bak. Düşenlerle dolu etrafın.
Evet. Ağ mağ yok sen düşerken.
Bir şey olmuyor ama düşsen de. Ölene kadar bir şey olmaz çünkü.
Sandığın kadar arkadaşın yok. Üzgün değilim bunu söylerken. Tereddüt etmiyorum hiç.
Akadaşlarını, kendini, olup bitenleri, olması gerekenleri, olabilecekken olmayanları, neden olmadıklarını görünce anlıyorsun. Görünce tanıyorsun bunu.
Dünyanın sonu değil bu. Başarısızlık hiç değil. Çok arkadaşının olmaması dünyanın sonu değil. Çok değil, yeterince arkadaşın olsun yeter.
Sona gelmedin. Berbat hissettirse de, kıyamet olmadı. Zaman bitmedi. Zaman var hala. sen yok diyene kadar var.
Yanlarından geçip git.. Anlamazlar bile sen onların yanlarından geçip giderken. Geçip gidemezsin sanırlar. Öyle değil ama işte. Kötü, basit bir bilgisayar oyunu gibi. Onlar azaldıkça, sen puan alırsın. Kuvvetlenirsin.
Umursamıyorlar. Mecbur da değiller zaten aslında. Umursuyormuş gibi yapıyor olmalarıyla derdim benim. Çok derdim var hem de.
Seni anlamıyorlar çünkü. Anlamak için de bir şeyler yapmadıklarını anladığın için geçip gidiyorsun zaten sen de. Onları terk ediyorsun. Ayrılıyorsunuz.
İnsan sadece sevgilisinden, seviştiği insandan ayrılmaz.
Hayatından bir şeyleri, birilerini azaltman lazım olur. Bunun için gidiyorsun.
Sandığın kadar arkadaşa ihtiyacın da yok. Tıpkı sandığın kadar ayakkabıya ihtiyacın olmadığı gibi.
Kaç tane ayakkabın var? Kaç tanesini giyiyorsun?
Sadece gördüğün zaman hatırladığın, kutuyu açınca far ettiğin, taşınırken rastladığın ayakkabıların yok mu?
Ben de onu diyorum işte.
Eminim çıplak ayakla çıkmıyorsundur ama sokağa.
Sandığın kadar yalnız da değilsin.
Hiçbir işime yaramayan arkadaşlarım var benim mesela. Kağıt üzerinde arkadaşız sadece. Teoride.
Arayıp söylemeyi düşünüyorum zaman zaman.
"Hiçbir işime yaramıyorsunuz!" demek geçiyor aklımdan.
"Ayrılalım" diyeyim diyorum.
Yanlarından geçip gitmek için.

Cuma, Kasım 06, 2015

VİDALI BACAKLAR

Beynimin içini hissettiğim zamanlar oluyor. Bu iyi bir şey değil. Çok fazla hissediyorum beynimi. Orada, kaşlarımın hemen üzerinde, kafatasımın içerisinde, saçlarımın hemen altında bir yerlerde olduğunu çok biliyorum.
Bacaklarımı da gereğinden fazla biliyorum mesela. Onları da gereğinden çok fazla hissediyorum. Özellikle geceleri. Geceleri özel bir ilgi bekliyor gibiler. Sadece onlar olsunlar, onlar kalsınlar istiyorlar sanki. Halbuki onlara en az gece ihtiyacım var. Sanki bunu biliyorlar ve bundan çok rahatsızlar.
Uyurken bacaklarıma ihtiyacım yok.
Uyuduğum yere, uyuyarak gideceğim yere yürümüyorum ki. Bacaklarım olmasa da olur. Sadece uyumak benim derdim. Sadece uyumak istiyorum. İzin vermiyorlar.
Uyumak...uyumamak değil bu bahsettiğim. Oraları geçeli çok oldu. Başka bir yere geldik. Çirkin bir yere geldik.
Keşke sökebilsem geceleri bacaklarımı. Vidalı olsalar keşke. Uyumadan hemen önce söksem onları. Onları en son yatağa gelirken kullansam. Sonra onlarla işim bitse. Teşekkür etsem her ikisine de...ve vidaları sökmeye başlasam. Tek tek...Başucuma koysam söktüğüm bacaklarımı. Suyumu, defterimi, telefonumu koyduğum yere koysam onları da. Hepsi aynı yere sığmaz herhalde. Bacaklarımı yere koyarım o zaman ben de. Halının bitip, parkenin başladığı yere. Uzanıp alabileceğim bir yere.
Beynim hep orada. Hep konduğu yerde.
Bütün o kan, damarlar, o sümüksü doku...
Neredeler biliyorum. Oradalar işte! Gözlerimle işaret ettiğim yerde!
Hücreler var bir de. Onları da hissediyorum bazen. Tek tek..O kadar çoklar ki! Ve o kadar hızlı ölüyorlar ki! Bazılarını ne yapsam kurtaramıyorum. Beni çok üzen bir ses çıkarıyorlar ölürken. Belki o sesi çıkarmasalar, belki duymasam o sesi, bu kadar üzülmem. Ama duyuyorum. Ve o sesi duyan herkesin yaptığı, yapacağı, yapması gereken şeyi yapıyorum:
Üzülüyorum.
Ben duyarken onları, onlar ölüyor bana inat.
Burnumdan, kulaklarımdan, ağzımdan birileri, ya da bir şeyler giriyor sanki. İşleri beyin hücresi öldürmek olan birileri ya da bir şeyler.
Bir haber, bir sonuç, bir isim, bir ses, bir hava, bir yer, bir adam, bir kadın...
Görüyorum onu, onları. Girerken görüyorum. Çok yetenekli olduğum için değil; saklanmak gibi bir dertleri olmadığı için görüyorum. Ellerimle filan durdurmam mümkün değil hiçbirini. Ellerimle neyi, ne kadar durdurabilirim ki!
Engel olamayacağımı, onları durdurmak için hiçbir şey yapamayacağımı biliyorlar çünkü.
Kendi beynimde misafir olduğumu biliyorlar.
Çalışmaya başlıyorlar sonra bana aldırmadan. Benden çekinmeden. İşlerini yapıyorlar.
Sonra sesler...
Ah o sesler...

Perşembe, Kasım 05, 2015

ALACAKLI

Nasılsın?
Ne var ne yok?
Ne hissediyorsun?
Tam olarak ne hissediyorsun?
Kendime en çok sorduğum sorular bunlar son günlerde. Hatta yıllarda belki de.
"İyi demek adet olmuş" derdi babam. Haksız mı?
Babamın haksız olduğunu çok az gördüm ben.
Başkalarına da sormak istiyorum bu soruları. Kendi cevaplarımın sağlamasını yapmak için belki. Ne kadar yalnız olduğumu görmek için. Ya da ne kadar çok.
Tanımadıklarıma sormak istiyorum en çok. Ne yapsam da tanıyamadıklarıma. Sonsuzluğa kadar yabancı kalacaklarıma. Kollarından tutup, gözlerine bakıp sormak istiyorum.Cevap almadan da bırakmak istemiyorum hiç kimseyi. Ben cevap vermeden gitmiyorum çünkü. Cevap bekleyen birini, cevapsız bırakıp gitmek çok gaddarca değil mi?
Ver ona varsa cevabın. Yoksa da "Yok" de. Bu da bir cevap. Cevapsız bırakma onu. Ya da anlat ona mesela neden onu cevapsız bıraktığını. Laftan anlayan biriyse anlat. Cevabı neden hak etmediğini anlat ona. Bilsin. Anlamıyorsa laftan, umursama. Sadece git. Kendini korumak için git.
Alacaklıyım gibi sanki. Artık sabrı kalmamış, haklıyken haksız duruma düşmekten çekinen yine de, insan olduğunu alacaklıyken bile unutmamaya çalışan, mecbur kalmış bir alacaklı.
Sanki birileri bana bir takım cevaplar borçlu. Sormayı hak ettiğimi düşündüğüm sorular bunlar. Temiz sorular. Göründükleri kadar kolay değiller ama. Ayaküstü sorulabilecek sorulara benzeseler de, başka, daha büyükçe soruların arasında kaybolsalar da, mühim her biri.
Cevapları da hak ediyorum bence. İnsan hak etmek için uğraştığı şeyleri hak eder çünkü. Ben biliyorum uğraştığımı. Bunu da sordum kendime çoktan.
Ve sadece merak ediyorum. Bu beni oldukça masum yapar. Masum biri, merak eden biri olarak sormak istiyorum.
Yoksa çok mu geç artık masumiyetten konuşmak için? Çoktan başladık mı yoksa yanmaya?
Cevaplara çok ihtiyacım var. Başka sorulara geçmek için kullanacağım onları. Bir merdiven gibi. Merdivenin yönünü kestiremiyorum ama.
Yukarı mı, aşağı mı?
Bu soran, bu merak eden taraflarını vücudumun, ameliyatla aldırmak istiyorum mesela bazen. Sana da oluyor mu?
Bazen "Akşam ne yiyeceğim?" diye merak ediyorum. Mutlaka buluyorum bir şeyler. Aç uyumayalı oldu epey. Ama cevapsız çok sık uyuyorum. Deniyorum en azından. Uyumayı deniyorum. Cevapsızlık da uyku kaçıranlardan. Olmayanlar uyku kaçırır. Zaten çok hazır uykum kaçmaya. Cevapsızlık bahane bence
Oturup konuşmadık bunu. Kaçıyor çünkü. Kaçıp gidiyor. Peşinden gidemeyeceğim, adresini bilemeyeceğim yerlere kaçıyor kaçtımı. Nasıl gideyim ben bilmediğim yere?
"Sevgilim mi olsa acaba artık?" derken bulduğum zamanlar da var kendimi. Geceleri özellikle. Havalar da soğudu zaten.
Belki de bir battaniye almam lazım.
Belki hatayı yaptığım yer burası. Belki bir sevgilim olsa, daha iyi olurum.
Belki de çok soru soruyorumdur.
Hata budur belki.
Asıl soruyu, en sade ama en karmaşık soruyu, en sona bıraktım tabi. Cevaplamak için çok zamanın kalsın diye.
Mutlu musun?


Cuma, Ekim 30, 2015

8. GÜNAH

Özür dilemiş hacıosmanoğlu.
Özürler dilemiş. "Binlerce kere özür dilerim kadınlardan" demiş.
"Binlerce kere özür dilersen, özrün kabul olur" demiş biri ona. Sonra da bir şeker vermiş.
O da kanmış çocuk gibi.
Herkes de kanar sanmış.
"Benim annem de bir kadın" diye savunmuş kendini. Herkesi şaşırtmış elbette bu açıklama. Herkesi ikna etmiş. Oldukça somut bir savunma ne de olsa. Beton gibi.
O jargondan, o dünyadan, o dilden konuşmam gerekirse; geri vites yapmış.
Hem de binlerce kere.
O dünyada bu büyük günah. 8. günah bu.
"Sözlerim çarpıtıldı" filan da demiş tabi beklendiği üzere. Şaşırmadık. Orada bir sürpriz yok. Süreç hep böyle işliyor maalesef. Biri, çok mühim bir konuda, akıl almaz, kanı donduran bir gaf(!) yapıyor, çıkıp bir şeyler söylüyor. Sonra geriye kalan aklı başında, aklı sağlıklılar tepki gösteriyor, ardından o gafın(!), o lafın sahibi özür diliyor ve her şey unutuluyor. Hızlı unutma şampiyonuyuz biz. Yanına kar kalıyor yapılan gaf(!), edilen laf. Sonra hep beraber uzaklaşıyorlar usul usul. Geride hırsından tırnaklarıyla beslenenler kalıyor.
Süreç bu. Berbat bir süreç.
Öte yandan, 2 gündür, "Kadın gibi yaşamam, adam gibi ölürüm" cümlesini çarpıtmaya çalışıyorum. Art niyetliyim bunu yapmaya çalışırken elbette. Tarafım. Kadından yanayım. Önyargılarımla saldırıyorum cümlenin her öğesine. Yine de nafile! bir sonuç elde edemiyorum. Çarpıtamıyorum bu sözü. Başka bir anlam çıkaramıyorum. Hep aynı çirkin, ilkel seksist sonucu elde ediyorum.
Acaba nerede hata yapıyorum?
Kadın bunu yapar mıydı acaba? Bu kadar büyük(!) bir laf ettikten sonra, bu kadar iddialı bir argüman(!) ortaya koyduktan sonra, tüm duruşunun(!), halinin tavrının, tüm davasının, var oluşunun merkezini, kalbini bu kadar çabuk terk eder miydi?
"Bir erkek gibi yaşamam" dedikten sonra o kimseden korkmayan, mafyöz edayla, milyonların önünde, arkasında binlerle; onca kararlı tehditlerden sonra tepkilerden çekinip, korkup binlerce kere özür diler miydi?
Kaçar mıydı geri vitese takıp?
 "Benim babam da bir erkek" diyerek mi savunurdu kendini bir kadın? Zırvalar mıydı böyle? Böyle aptalca bir referans verir miydi?
Herkesi aptal yerine koymaya çalışır mıydı? Izleyen,dinleyen herkesin zekasına hakaret eder miydi?
Hiç sanmıyorum.
Anlatirdi neden bir erkek gibi yaşamak istemediğini bence kadin. Çocuğuna anlatır gibi anlatırdı. Zaten alışık bir çok şeyi çocuğuna, eşine, erkek arkadaşına anlatırken "çocuğa anlatır gibi" anlatmaya. Antrenmanlı. Hazır buna. Alışık.
Bununla ne demek istediğini anlatırdı tane tane. Savunurdu argümaninı, örneklerle destekler,arkasında dururdu. Bir çoğumuzu ikna bile ederdi belki. Hak verceğimiz noktalar mutlaka olurdu.
Kadın konuşurken dinlerim ben. Haklıdır çoğu zaman. Ders dinler gibi dinlerim.
Aslında zaten en başta; kadın çıkıp da, böyle ahmakça bir laf etmezdi sanıyorum.
Ağzından çıkanı kulağı duyardı kadının. Şuuru yerinde olurdu. Gözü dönmezdi aşırı östrojenden. Bayılacak gibi olmazdı. Öyle bakmazdı.
hacıosmanoğlu haklıymış ama.
Dediği kadar varmış. Ya da "yokmuş" dediğimiz kadar.
1 gün bile kadın olamadı.
1 gün bile kadın kalamadı.

Perşembe, Ekim 29, 2015

MAYMUNLAR BAŞKA

Kadın hakkında daha önce de yazdım. Daha da yazarım herhalde. Bu ne ilk ne son yazım kadın için, kadın anlatan. Bir yazıya sığdırmak gibi bir telaşım yok. Deli değilim ben. Aptal hiç değilim.
Kadın sığar mı tek bir yazıya?
Aşk hakkında tek bir şarkı yazmak gibi olur kadını tek bir yazıya sığdırmaya çalışmak.
Saçma olur.
Şimdiyi yazıyorum. Şimdi aklıma gelenleri yazıyorum. Bir tane elma yedim, odamı topladım, birazdan spora gideceğim. Gitmeden yazıyorum bunları nispeten daha az dağınık odamda.
Odam da kafam gibidir.
Ve güzel bir elmanın yerine çok az şey konur.
Kadın olmak nedir? Nasıl bir şeydir?
Bir erkek olarak bunun cevabını bulmak, bulduğun cevapla yetinmek, cevaptan emin olmak çok zor.
Bilmiyorum ben. Öğrendikçe daha da bilmediğim bir bilmece diyebilirim kadın için. Bir labirent. Tek başıma çıkamayacağımı bildiğim bir labirent. Bir kadın elimden tutmazsa, elimden tutup çıkarmazsa beni, çıkamayacağım bir labirent.
Sanki her şey yeniden başlıyor her yeni kadınla. Sanki her kadın bir labirentle geliyor. Haritasını da verse bana, o olmadan olmuyor sanki.
Çok güçlü. Benden çok güçlü.
Bilmiyorum ben. Öğrenmesi, öğrenmeye çalışması çok eğlenceli ama.
Bir kadının bir erkeği avucunun içine alıp oynamasını izlemek çok eğlenceli.
O erkek ben olsam bile. En önden izlemesi çok eğlenceli.
Hele o erkeğin, "Kontrol bende!" sanrısı yok mu...
Bu sanrıya bile kadın izin veriyor halbuki. Ah şu erkekler!
Gaddarlığını seviyorum kadının. Yenecekse, beni bir kadın yensin isterim hep.
Her kadından daha güçlü çıkıyorum gibi geliyor bana. Kaybetsem de, kazansam da...Sanki her kadın, beni bir sonrakine hazırlıyor. Aralarında anlaşmış gibiler. Gaddar bir anlaşma.
Sonra her şey yeniden başlıyor. Yeni bir bilmece, yeni bir labirent, yeni bir harita...
Yeni bir kadın.
Erkek kadın değildir mesela. Belki başlamak için burası doğru yer. Erkeğin "ben erkek oldum. erkeğim ben. Kadın da olurum pekala." demesi, daha derine saplanmak olur labirentte. Bir yerde onu izlerken, ona gülümseyen bir kadın varken üstelik. Hınzır bir gülümseme. Acımalı bir gülümseme.
Aynı değil erkek/kadın. Hiç değil hem de. Bu da labirentte ilerlerken hiç çıkmasın akıldan. Kaybolduğunda bunu hatırla. Eline yaz gerekirse. "Erkek kadın değildirin" yanına yaz. Küçük küçük yaz ama. Daha çok şey yazacaksın.
Aynı yerden gelmemiş gibi erkek/kadın. Aynı şeyden türememiş gibi. Maymundan da gelse ikisi de; kadın dişi maymundan geldi.
Aynı şey değil kadın/erkek. Maymunlar başka.
İnsan denebilir ortak noktaları.
Yine de kadın orada da ileride bence.
Kadın daha "insan".
Spora gidiyorum ben.


Çarşamba, Ekim 28, 2015

BEDEN DERSİ

Her gün yeni bir şeyler öğreniyorum. Her gün yeni bir şeyler öğretiyor bana yaşadığım ülke. Öğrendiğim, bana zorla öğrettiği pek çok yeni şeyden nefret ediyorum. Keşke hiç öğrenmeseydim. Keşke bazı şeyleri, bazı şeylerin o tuhaf hallerini hiç bilmeseydim.
Kötü bir okulda uyanıyorum her sabah.
Her sabah bu kötü okula gitmemek istiyorum. Elimden geleni yapıyorum okuldan kaytarmak için. Ama her yer okul oldu. Okula gitmemek için kendini yerden yere atan, ağlamaktan içi dışına çıkan çocuklar geliyor aklıma. Ben onlardan olmadım hiç. Okulu seven bir çocuktum ben. Okulu, okuldakileri seven bir çocuktum. Okul da, okuldakiler de beni severdi. Kaçmazdım okuldan, okuldakilerden.
İğne günü kaçmıştım. Yine okul değildi kaçtığım. İğneden kaçmıştım o gün de.
Öğrenmeyi severdim ben. Hala seviyorum aslında. Öğrendiklerimi, öğrenmek istediklerimi seçebildiğim zamanları özlüyorum ama.
 Babam iyi bir öğretmendi.
Öğrenmeyi sevmeyi ondan öğrendim. Önce bunu öğretti bana babam.
Babam iyi bir öğretmendi.
Ansiklopedi çağında büyüdüm ben. Babam eve ansiklopedi alırdı evdekiler bitince.
Takla atmayı da o öğretti bana mesela. Salonda öğretti. Sehpayı kenara çekti. Yorganlardan, battaniyelerden bir zemin yaptı bana. Yumuşak bir zemin. Takma atmaya uygun bir zemin. Sonra saatlerce beraber takla attık salonda.
 En güzel beden dersim oydu. Öğretmenimi çok seviyordum çünkü. Öğretmenimi çok özlüyorum. Bedenden 10 aldım ertesi gün.
 Çok oldu takla atmayalı. Takla atmam yasak zaten benim. Doktor yasakladı. "Gerekmedikçe takla atma Yunus!" dedi. Çok uzun zamandır da gerekmiyor. Gerekirse atarım.
Öğrenmek, ne öğrendiğini seçebilirsen hele, özgürsen öğrenirken, güzeldi. Hala güzel. Bugün de öğrendim ben. Seçmedim ama bugün öğrendiğimi. Yine öğretildim. Kandırılmış gibi hissediyorum böyle öğretildiğim zamanlarda. Bundan rahatsızım elbette.
Kandırılmaktan rahatsızım.
Konu anayasa idi. Her yer okuldu. Ben evdeydim.
"Anayasa" büyük laf. En azından ben öyle sanıyordum. Öyle öğrenmiştim. İyi Filmlerden,iyi kitaplardan, iyi ülkelerden öyle öğrenmiştim. Yanlış öğrenmişim. İyi filmlerde, iyi kitaplarda,iyi ülkelerde akan sular dururdu anayasa deyince biri. Anayasadan çekinilirdi genelde. İnsanlar, ülkeler kendilerine çeki düzen verirlerdi anayasa konuya girince. Her şeyin başladığı ve aynı zamanda bittiği bir şeydi anayasa.
Herkese mesafesi aynıydı sanki. Herkese lazımdı. Herkes içindi. Herkesindi. Ben öyle biliyordum. Tartışılmaz bir kutsal metin değildi elbette. Yanlışları, noksanları, fazlaları olması olağandı. Henüz en ideal anayasayı bulabildiklerini sanmıyorum. En azından bu dünyada. Yine de bir bazdı. Bir temel olurdu.
Bir şeylere başlamak için elinizde bir şeyler olmalı. O elinizde olan şeydi anayasa.
Meğer pek öyle değilmiş. Meğer son derece esnek bir şeymiş. Kişiselleşen, eğip bükmesi kolay bir şeymiş.
Demirden sanırdım; değilmiş.
Ne olduğundan çok, kimde olduğu, kim için olduğu mühimmiş. Bunları hep yeni öğrendim. Yeniden öğrendim. Ülkem öğretti. Çiğneniyormuş kolayca. Çiğneyenlere pek bir şey olmuyormuş. Oysa iyi filmlerde, iyi kitaplarda, iyi ülkelerde öyle olmuyordu hiç. Korkulurdu ondan. Meğer gerek yokmuş pek korkmaya. Kimdeyse, onun oluyormuş. Ondan yana oluyormuş hep. Onun için çalışıyormuş.
Pek bir "numarası" yokmuş.
Bugün bunları öğrendim. Zaten epeydir kuşkulanıyordum, epeydir bildiğimden şüphe ediyordum. Yenisini öğrendim bugün. Yenisinden emin oldum. Ve yine nefret ettim öğrendiğim şeylerden. Bunları öğrenmek zorunda olmaktan nefret ettim. Okulumdan nefret ettim.
Öğretmenimi sevmiyorum çünkü.
Dünya, uzayda yapılan en uzun yürüyüşü öğrendi bugün.
Keşke ben de sadece bunu öğrenseydim.
Ara çok açıldı. Uzay kadar çok.

Salı, Mart 31, 2015

FİTBOL

Bu bir futbol yazısıdır . Futbolla ilgilli bir yazıdır bu. Bundan dolayı da basittir . Zira futbolun kendisi çok basit bir spordur . En basitlerinden biridir hatta . Yanlış bilmiyorsam beraberlikle bitebilen tek takım sporudur . Futbol bir takım sporudur . İki takım oynar . Kurallar çok basittir . Bu yüzden milyonlarca insan satranç yerine futbol oynuyor, ya da oynayanları izliyor . Kazanınca kazanıp , kaybedince kaybediyor o milyonlar. Ben o milyonlar içinde yokum. Maç bitince, maç  biter bende. Karısını , kocasını tuttuğu takıma göre seçen insanlar tanıyorum fakat ben. Hepimiz tanıyoruz . Kızı vermiyorlar damat , kayınpederin tuttuğu takımı tutmuyorsa . İnsanlar eşlerinden boşanıyor , siyasi görüşünü esnetiyor , vatandaşlıktan vazgeçiyor , tuttuğu takımı tartışmıyor bile . Ülkeler futbolla yönetiliyor , gündem futbolla sarsılıyor . Dünya futbol topu kadar yuvarlak aslında. Hangisi hangisinin etrafında dönüyor, hangisi hangisinin uydusu emin değilim. Beraber dönüyorlar işte. Zengin , fakir , uzun ,kısa , aptal , akıllı , müslüman , yahudi hiç farketmiyor futbol için .
Güzel spordur futbol . Spor olarak futbol güzeldir. Heyecanlıdır . Hele top da seninse, hep oynarsın . Pratiktir: İki taş bir kale oluverir . Herkesedir futbol . Herkes futbolu bilir . Futbolu konuşur . Futbol kendini konuşturur aslında . Şeytan tüyü vardır futbolun .
Basit bir oyundur futbol .
Üç korner bir penaltıdır . Beşte devre onda biter . Rekabetle bir çoğumuz mahalle maçlarında tanışmışışızdır . Topumuzu kesen komşularımız bile olmuştur . Camlar , okullar kırılmıştır futbol için . Bir anne gibi , bir baba kadar karşılık beklemeden sevmişizdir futbolu . 'Pazara kadar değil , mezara kadar ' demişizdir .
Erkek sporudur futbol ama kadınlar da oynar . Kuralları çok basittir . İki takım oynar . 11'e 11' oynanır . Topla oynanır . Bazı kaynaklarda top , meşin yuvarlak olarak geçer .Kaleci file bekçisidir aynı kaynaklarda. Hakemler olur . Hakemler küfür yer bazı ülkelerde.
Kaleler vardır . Japonu bile vardır kalelerin. Amaç topu kalelerin içine atmaktır . Buna gol denir . Gol , futbolun en güzel meyvesidir . Başka da meyvesi de yoktur . Tavsiye edilen zemin çimdir fakat zaman zaman toprak , kum , halı ve hatta beton üzerinde de oynanır .
Taraftar için oynanır futbol. Hiç kimsenin izlemediği maçlar da olur yıne de.
Futbol basit bir oyundur. Oyundur sonuçta. Kazanırsa tuttuğun takım sevinirsin, geçer.
Kaybederse üzülürsün. Yine geçer.
Manyak yapmasın seni futbol. Oyna fubolla. Kara deliklere çekmesin seni, çekemesin. Esiri olma. Bu kadar ciddiye alma.
Oyundur futbol. Senin oyunun!
Top senin!

Çarşamba, Mart 18, 2015

GEÇ KALDINIZ

Bırakın öleyim. Bitti işte. Ben hazırım. Siz niye değilsiniz?
Çekin fişi.
Neden korkuyosunuz? Kaçtığınız bir şeyler mi var? Sorumlu olmak istemiyorsunuz. Geceleri rahat uyumak istiyorsunuz.
Sizi boğan vicdanınız mı? Korkakalar! Ölümümü üstlenmek istemiyorsunuz. Artık çok geç! Öldürdünüz bir kere! Bin kere! Yine yapabilirsiniz! Bu sefer yüzünüze vururum ama. Tokat gibi..
Katil olmak istemiyorsunuz. Cellat değilsiniz siz. Çaktırmadan öldürenlerdensiniz.
Beni çok seviyorsunuz. Öldürecek kadar çok!
Ölüm bana hiç yakışmıyor değil mi? Ölümü konduramıyorsunuz bana. Bana doyamadınız daha. Benimle geçecek her saniye bir ödül sizin için. En sevdiğiniz amcanız benim. En sevdiğiniz dayı, kardeş, abi, abla, teyze, hala benim. Benim gibi koca görmediniz. Eşlerin en güzeliyim ben. Süper babayım, annelerin annesiyim. Tamam, kabul. Zor bir şey istiyorum sizden. Sindirmesi, kabullenmesi zor. Takdir ilahi olsun istiyorsunuz. Ecelimle öleyim istiyorsunuz.
Hala anlamadınız! Ecelim sizsiniz!
Zamanın akışına, kadere, ecele müdahale etmekten çekiniyorsunuz. Elleriniz kirlenmesin istiyorsunuz.
Ölüm zaten çok karmaşık.
Geç kaldınız. Hep geç kaldınız.
Elleriniz temiz belki ama...
Geç kaldınız.
Korkak, aptal, ikiyüzlü. adi ve kaypaksınız.
Geç kaldınız...

Cumartesi, Şubat 21, 2015

RAF

İnsan depresyona yatkındır. Kimse sevmez belki depresyonu ama çok itiraz da etmez. Kolay bir yerdir orası. Gitmesi,kalması kolaydır. Morali çabuk bozulur insanın. Hep hazırdır mutsuzluğa. Dramatiktir. Raf ömrü azdır insan moralinin. Süt gibidir insan.
Sevgilisi bozar insanın moralini. Eşi bozar, ailesi sıkar canını. Patronunu sevmez mesela hiç, Patronu bozar moralini insanın.Gider arabasını çizer, lastiklerni patlatır.Tuttuğu takımı çok tutar, çok sever, çok tuttuğu, çok sevdiği takımı üzer insanı.
Bir maçtan sonra günlerce evden çıkmayan insanlar tanıyorum maalesef.
İnsan hemen adapte olur depresyona. Yerleşir oraya. Hasta olmayı severiz aslında. Çok şey olur depresyona sokan insanı. Fakat bir ülke, yaşadığı ülke insanı depresyona sokar mı? Bunu yapmaya hakkı var mı bir ülkenin insanına?
Ülke-Vatandaş ilişkisi böyle hastalıklı kurulur mu?
Neden kurulsun? Ne gerek var?
Vatandaşın, ülkenin insanı ile bu kadar yüz-göz olması normal değil. Görevler çok belli aslında çünkü. Sistemler çoktan kurulmuş. O sistemleri çalıştırmak, denetlemek; o sistemlerden maksimum verimi almak ülkenin görevi. İnsan da kurallara uyacak, kanunlarda kalacak, çalışacak, vergisini ödeyecek...
"İdeal ülke-vatandaş ilişkisi" bu kadar kalmalı.
"İdeal" ülkede elbette. Bizim ki "Kartondan".
Fireni patlamış, yokuş aşağıya giden bir ülkede "ideallerden" bahsedemiyoruz. Yol hem yokuş aşağı, hem virajlı... Ayrıca sağnak var. Hatta kar! Hatta buzlanma var!
Ve üstelik karanlık!
Çok karanlık!
Yaz için plan yapma bence. Erken rezervasyonlarını iptal et. Kuru gıda koy eve. Bol bol da su.
Tek kelime işsizlik, yoksulluk, ekonomi konuşmadan siyaset yapanları izliyoruz biz onun yerine. Sirk izler gibi. İnsanlı bir sirk izler gibi. "İşsizlik rekor üstüne rekor kırıyor, bundan daha yoksul olamayız, ekonomi çöktü!" diyemiyoruz. Kimse tek kelime etmiyor "gerçek" mevzulardan.
Konuşulanlar, konuşanlar demode. Demogoglar sıkıcı. Çok sıkıcı hepsi! Çok! Epeydir yeni bir şey duymuyorum kimseden. Heyecanlanmıyorum nicedir. Hep bir dedikodu, hep bir hikayeler, hep bir masallar...
Çocukken bu kadar masal dinlemedim ben.
Oyunlar oynuyor hep birileri üzerimize. Lobi delisi olduk. Almanya bizi kıskanıyor filan...
"Almanya bizi kıskanıyor" diyen, hiç "Almanya" bimiyordur. Ve aynı zamanda "zeka geriliği" vardır o kişide.
Hastadır o.
Çözümü "delikanlılıkta" arar olduk. Herkes bir kabadayılık peşinde. Jargon çürüdü. Bilimsellik, entelektüel kaygılar upuzakta! Minik birer nokta oldu bunlar artık bizim için. Göremiyoruz bile.
Ülke kocaman bir kahveye döndü. Ekonomisi, sağlığı, eğitimi çökmüş bir kahveye!
Ben elmalı oralet söyleyeceğim kendime.
Sen ne içiyorsun?


Cuma, Şubat 20, 2015

ASANSÖR ADABI

Dört kardeşiz biz. Elif, İdil, Devrim.
Hepsi başarılı insanlar. "İnsan" olarak başarılılar yani. En başarılımız Elif ama galiba.
Kanada vatandaşı oldu o. Kanada vatandaşı olup hepimize fark attı. Arayı kapatamayız. En azından buradan, arayı kapatamayız. "Gerçek vatandaşlığı" tadıyor şimdi. Ve çok beğeniyor. "Gerçek vatandaş" olduktan sonra, nerenin vatandaşı olduğun önemsiz. "Dünya vatandaşı" oluyorsun çünkü. Dünya en büyük ülke dünyada.
3 kişiler orada. Bir de Hakkı Bey var. O da iyi insan. Seviyor ablamı. 
Artık başka bir yüzyılda yaşıyorlar. Hak ettikleri yüzyılda. Hak ettiğimiz yüzyılda.
Katlarımız, yatlarımız, arsalarımız, taksilerimiz, Üsküdar sahilinde büfelerimiz yok bizim.
Varsa da ben bilmiyorum.
Üstelik "Almancıyız".
Kirada oturduk "temelli" dönünce. Alman gibi yaşadık Almanya'da. 6 yaşıma geldiğimde, Paris'te duble yapmıştım. Karavanımız vardı. Altımız da sığardık.
Çok paramız olmadı hiç. 
Mutlu çocukluklarımız oldu bizim. Mutlu anne baba gördük biz. Birbirini mutlu eden anne baba gördük. Dünyaları gezdiler beraber. Sevmezdi babam annemsizliği. Annemin de babam olmadan çok mutlu olduğunu sanmıyorum. En mutlu beraberkendi ikisi de.
97 yılında öldü biri. Annem sağ hala.
Annem bir kere yatmadı odasında, yatağında 97 yılından beri. 
"Baban olmadan nasıl yatayım ben orada?" dedi ne zaman sorsak. Buruk, alışamamış gözlerle. 
Sesi titrer bazen babamdan konuşurken. Biliyorum! Biz yokken ağlıyor.
Artık sormuyoruz. Annem hala salonda yatıyor.
Belki bundan evlenmiyorum ben. Belki onlara erişemem, bu tonu yakalayamam diye korkuyorum.
Abim yakaladı gerçi onları. Duygu seviyor abimi. Duygu'yu çok sevdik hemen. Zeynep çok güzel bir "proje" oldu.
Ben de ne noksansa, abimde hepsi fazla fazla. Bendekileri zaten var.
İdil sapasağlam. Bir savaşçı. Bir yandan da almanca öğretiyor. Eminim sadece almanca öğrenmiyorlar ondan. 2 güzel insan da o kattı bize.
Ben çok şey öğreniyorum hepsinden. Babamdan hala öğreniyorum. Aklıma geldikçe babam, öğreniyorum ben. Öğretiyor babam hala. Güneş sistemini tencere tavalarla anlattığı, takla atmayı evin salonunda yere yorganlar serip öğrettiği, beni Nazım'la, Nerduda'yla ilkokulda tanıştırdığı gibi. 
İnternet yoktu  o zaman. Nasıl biliyordu babam her şeyi bu kadar? Zaman ansiklopedi zamanıydı.
Asansör adabını öğrettiğinde 4 yaşımdaydım ben. Unutmadım hala.

"Asansörde, kapıya dönük durulur. Kimsenin gözüne bakılmaz asansörde rahatsız olmasınlar diye. Ağzın kokmamalı hiç. Güzel kokmalı insan her zaman" HASAN ENGİN GÜNÇE

Annemden çok öğreniyorum. Ödüm kopuyo ona bir şey olacak diye. Kocaman bir ev almak istiyorum ona. Bir de bir araba. Şöförlü. Gitsin her istediği pazara.
Pazara gitmeyi seviyor annem. 
"Kızları üzme!" diye büyüttü beni. "Aman oğlum! Kızları üzme! Alma kimsenin ahını"
Babamdan çok sevenini de görmedim.
Oldu tabi üzdüklerim. Her sözünü dinlemez insan annesinin. "Çok bildiğini" sanır.
Üzdüğüm kızlar oldu. Ağlayanları oldu benim yüzümden. Benim için ağlayanları da oldu ama.
Ahını aldıklarım oldu. Duasını aldıklarım da olmuştur belki.
Çok kötü biri değilimdir. Çok kötü olduğum zamanlar oldu ama. Kötü olmadan yaşanmaz ki!
Oldu üzdüklerim. Üzdüğüm kızlar oldu.
Aldatmışımdır en fazla ama. Doğum günlerini unutmuşumdur. Mesajlarını görmemişimdir. Ya da görmüşümdür...
Yanlış hediye almışımdır mesela. Ya da hediye almamışımdır. Hangisi daha kötü?
Arabayla ezmedim ama hiç kız arkadaşımı. O istemeden onunla sevişmedim. Ne zaman sadece sarılmak yeterdi, anlamaya çalıştım. Zorlamadım hiç istemediği bir şeye. Konuşurken o, anlatırken, dinledim. 
Seni önemserse anlatır kadın sana anlattığını. 
Kafasına levyeyle vurmadım hiçbir kızın. Erkeğin de vurmadım. Bıçaklamadım. Yakmadım. 
Bir kere tokat attım ama. Çok küçüktüm, çok aşıktım, çok aptaldım.
Küçüksen, aşıksan, aptal da oluyorsun. Gerçi büyüyünce de değişmiyor pek bir şey.
Aşk bir aptallık hali çoğu zaman. Hoş bir aptallık. Bile bile. Ya da hiç bilmeden. Aniden.
Aşk şapşallıktır diyelim biz.
Tokat attım bir kıza. Çok aşıkken üstelik!
1 kere! Sert de atmadım! 
Ama attım işte! Özür diledim mi o an, yoksa sessizlik bir düzeltsin istedim o anı, hatırlamıyorum. 
Aklıma geldikçe mutsuz olurum. Şimdi mesela...Aklıma geldi...
Mutsuzum.
Özür dilerim...





Perşembe, Şubat 19, 2015

FİLİZLER

Hakkını teslim etmeliyim. Nankörlük edemem. Hemen uyandırıyor Türkiye.
Eğer uyumana izin verdiyse tabi.
Sank biri, birileri her sabah kırıyor kapını, sana sormadan beynine giriyor, tutuyor seni, sürüklüyor...
Soğuk duşa sokuyor. Buz dolu bir küvete sokuyor.
Bu sabah filiz öğretmen(!) geldi mesela. Kepezlerden geldi. Cehennemden gelmiş gibiydi.
Kepez Atatürk Anadolu Lisesi'nden geldi işini gücünü, aklını, mantığını, insanlığını, kadınlığını bırakıp.
İşi gücü bu değil zira.
Filiz'in işi gücü, müdür yardımcısı olduğu okulda,bir eğitmen olarak, erkek sınıf başkanlarını olağanüstü toplayıp, okulda etekleri kısa kız öğrencileri önce uyarıp eğer işe yaramaz ise taciz etmelerini organize etmek değil.
Bu şeytanca projeyi hayata geçirecek bir tim kurmak değil filizin işi.
Hiç değil. Asla değil. Bu aklı başında, makul, mantıklı, zihni sağlıklı insan işi değil çünkü.
Çok da korkunç bir ismi var bu korkunç timin: MİNİ ETEKLİ KIZLARI TACİZ TİMİ.
Üniforması da olacak mı hocam bu timin?
Özel bir araçları, selamları, marşı, yemini?
Silah olarak ne kullanacaklar peki hocam? Ellerini mi? Sözlerini mi? Islak çalarak mı başlayacaklar tacize?
MEKTT 'ye de mi bir şey demeyelim?
Bunu da mı "normal bulalım"? Buna da mı "ne varım canım bunda" diyelim?
Bu tim de mi biz daha da "demokratikleştirecek"?
Avrupanın her yerinde de var mı bu timlerden? Bir tek bizde yok mu yani?
Endonezya'da vardır belki. Bak, belki diyorum.
Her toplumda, her ülkede manyaklar olur. Katiller, hırsızlar, sapıklar, filizler olur.
Önemli olan, bunlara, makullerin ne yaptığı, yapacağıdır.
Burada adres Eğtim Bakanıdır.
Görece makul diyelim.
Filizin öğretmenlik yapması engellenmelidir acilen. Sürülmelidir. İnsanız bir yere sürülmelidir.
Burası çok önemli. "İnsandan" uzak tutulmalıdır filizler. "İnsanla" ilişkisi hemen kesilmelidir. Zira kendisinin aslen "insanla" ilişkisi yoktur zaten. İnsanı bilmez filiz. Tanımaz. Anlayamaz.
Herkes de insan olamaz. Herkesten "insan" olmasını beklemek en büyük günah belki de.
Tim hemen dağıtılmalıdır.
Bu sabah da uyandım hemen.
Buzlar içinde uyandım.
Hiç uyumadıysa peki kahramanımız, uyanmış sayılır mı?
 

Çarşamba, Şubat 18, 2015

UTANMAYA GÜVENMEK

-Ne oldu akşam? Nuh'a ne oldu? niye öldürüldü Nuh?
-Kartopu oynuyorduk
-eeeee?
-Kartopu oynuyorduk biz
-Sonra?
-Kartopu işte...
-Onu anladım. Onu sormuyorum. Nuh'u niye öldürdü o adam?
-Kartopu oynuyorduk biz.
-ne?
-Kartopu abi! Kartopu!
Sen uyma kimseye! Kartopu oynama sakın kimseyle! Ölürsün!
"Türkiye nasıl bir ülke? Ne ülkesiyiz biz?"
Ben cevap bulamıyorum bu sorulara. Ülkemi sınıflandıramıyorum. Zaten bir sınıfı yok artık Türkiye'nin. Kendi sınıfını yarattı çoktan. Başka hiçbir ülkeye benzemiyor. Başka hiçbir ülke benzesin de istemem benim ülkeme.
Benim ülkem mi peki bu, artık emin bile değilim. Kartpostallardaki ülke bu mu!
Sınıfında tek! Hem birinci, hem sonuncu. Hem her şeyi var, hem hiçbir şeyi yok.
Ne ülkesiyiz biz?
Turizm ülkesi mi? Spor? Sanayi? Sanat ülkesi miyiz yoksa? Tarım ülkesi?
Sanmam.
Türkiye bir İSLAM ÜLKESİ galiba. Sadece bir İSLAM ÜLKESİ. Başka referansımız kalmamak üzere. Tek marifetimiz bu olmak üzere.
MÜSLÜMAN BİR SANAYİ ÜLKESİ değil mesela.
"Müslüman bir turizm ülkesi olmak" ile sadece bir "İslam ülkesi olmak" arasında o kadar çok yıl, şey var ki! Ton farkı var. Niyet farkı, vizyon, yön farkı var. Bizim yönümüz ne? Nereye biz?
Tercih yapmak zorunda değiliz ki! Hepsi olur bir arada! Bal olur öylesi. Var örnekleri. Çalışır yani bu tasarım. İşler. Tıkır tıkır işler.
Biz "Allahsız" mıydık 10 sene önce? Çocuklarımız ateist mi büyüyordu? Anneannelerimiz, dedelerimiz insan mı kurban ediyordu önceleri? Bayramlarda el öpmedik mi biz?
Oruç tutanları astık mı? Oruç tutanları işaretledik mi? Fişlendi mi onlar?
Hiçbir zaman Belçika olmadık, evet. Lüksemburg olmamız mümkün değil.
Genetik izin vermez.
Olmasak da olur. Başka ülkeye, başka geleneğe öykünmesek olur. Endonezya da olmayalım ama. İran'a özenmeyelim.
"Biz" iyiydik. Defolarımız vardı. Hep vardı. Hep olacak. Ama çözerdik bunları. Arayı yapardık. Orta yolu bulurduk. "Beraber" yaşardık. Yaşamadık mı?
İnce buz üzerinde yürüyoruz şimdi. İnsan yutan kumlardayız sanki. Hep parmak uçlarımızdayız, hep tedirgin.
Kartopu oynarken ölmek istemiyoruz ulan işte! Çok şey mi bunu istemek? Doyumsuz muyuz?
20 yaşında bir çocuk, bir insan, bir kadın defalarca öldürülmesin, tecavüz edilmesin demek "Allahsızlık" mı? Biz "kötü feministler" miyiz?
Hem duamızı okuyup, hem isyan edemez miyiz?
Berkin'i milyonlara yuhalatan, Özgecan'a fatiha istiyor protestodan önce.
Tehlikeli bir pişkinlik.
Korkunç bir cürret. İntikamcı bir kibir. Akıl durduran bir unutkanlık.
Biz hepsini, aynı anda yapıyoruz. Yapabiliyoruz çünkü. Siz yormayın o güzel kafanızı.
Baba-oğul-oğulun "kankası" kaç kere öldürmüş Özgecan'ı!
Doyamamışlar öldürmeye.
Önce ruhunu öldürmüşler. Kolay olmamış ama. Savaşmış Özgecan. Tırnaklarıyla direnmiş.
Sonra bıçaklamışlar. Sonra kafasına levyeyle vurmuş delikanlılar(!). Sonra yakmışlar, ellerini kesmişler.
Kartopu camına gelmiş dükkanın. Dükkan sahibi delirmiş. Zaten deliymiş. Ona güveniyormuş. "Bana bir şey olmaz. Dakkada çıkarım" demiş.
Deli ya! Deli güveni varmış adamda.
Bir deli, bir delilik halinde, deli deli "kıydı" pek aklı başında birine.
Nuh'un göğsüne ekmek bıçağını saplamış. Nuh, onun ekmeği için AVM'ye karşı direnmişken,direniyorken,direnecekken. Direnen insanların huyudur bu. "Başkaları" için de direnirler. Zaten "Başkası" diye bir şey yoktur direnen insan için.
Arkadaşları donuktu. Katatonikti hepsi. Şaşkınlardı. Uzun sürer bu halleri.
Travma bunlar. Yerleşir bunlar. Kolay kolay atılmaz sistemden. Adı üstünde; TRAVMA!
Ne oldu bu millete? derken biz, milletin vekilleri çekiçle "girdi" birbirine "İÇ GÜVENLİK(!) YASASINI" tartışırken(!).
Paradoks bu değilse, nedir paradoks.
Asıllar sarsılmış! Asıllar utanıyor! Kimin adına , daha ne kadar utanabiliriz biz?
Çocuklara utanabilmeyi öğretmemiz lazım. Utanmayı da boşlarsak...
Bu utanabilme hali bana hala umut veren. Bu "utanca" güveniyorum. Bu "utancı" tutalım, bırakmayalım bunu. Kodlayalım utancımızı.
Faydalı bir utanma bu. Boşvermişliğin panzehiridir faydalı utanmalar.
Anladım. Anladık. Delirelim isteniyor. Yine o tanıdık, o korkunç soru:
Ne ülkesiyiz biz? "Deliler Ülkesi" mi?
Peki.
Oluyor istenen. Az kaldı.
Diyelim ki; hepimiz delirdik.
Sonra?
Sonra ne olacak?