Salı, Mart 01, 2011

DONDURMA OLSUN,KAR YAĞSIN

Bana çok garip geliyor.
Tıkanıyorum. Yetişemiyorum. Erişemiyorum.Aslında konu tam da bu: Erişememek.
Birilerinin bana bunu anlatmasını isterdim.Karşısına alsın, anlatsın. Gözlerime baksın anlatırken. Ben de gözlerine bakayım anlatanın. Göz göze olalım. Kimse gözünü kaçırmasın. Kitlensinler.
Sözlerine bakayım.
"Neden bu kadar çok yasağa ihtiyacımız var?" diye sorayım ben.
Bir çocuk gibi. Zaten bir çocuk gibi sormam, bir çocuk gibi dinlemem lazım. Hatta belki de bir çocuk gibi kandırılmam lazım. Çocuk olmak ondan güzeldir. Kandırılmayı takmazsın pek kafaya.
Aklın dondurmadadır.
Birde kar yağsın istersin. Kar yağsın da, okullar tatil olsun.
"Çünküüüü...." diye başlasın anlatan.
Çocuk gibi dinlerim ben. Valla, söz veriyorum.
Yetişkinler dünyasında bu kadar yasak olmaz çünkü. Yetişkinler kabullenmez bu kadar yasağı. Canı sıkılır yetişkinlerin. Darlanırlar. İçki yasak, eğlenmek yasak, 23 yaşında olmak yasak, internet yasak, blog yasak, o yasak, bu yasak.
Abartıyor muyuz yoksa? Çok değil mi yoksa bu kadar yasak?
Gelişmiş, ileri demokrasiyi savunan, modern bir ülkenin "yasak standardı" nedir? Bilen var mı?
Ben bilmiyorum.
Biri bana anlatsın istiyorum. Karşısına alsın anlatsın. Belki de haklılardır. Belki de hata yapıyoruzdur.
Yanlışızdır belki? Belki şımarıklıkdır bu yaptığımız? Belki de "internet" bütün kötülüklerin başladığı yerdir hakikaten. Belki her kötülük ondan doğmuştur.
Belki 2011'de değilizdir.
Öyle ya? Kim bilebilir ki hangi çağda olduğumuzu? Biz bilemeyiz. Bizim bilemediğimiz gün gibi ortada. Biz kim oluyoruz ki? Bırak interneti, belki yazı bile icat olmamıştır henüz. Belki ben bunları yazmıyorumdur? Neymiş dünyayı takip ediyormuşuz. Ne gereği var? Zaten çok mühim bir şey olursa bize çıkar söyler birileri televizyondan. Düzen bu. Böyle işliyor. Çarklar böyle dönüyor.
"Düzen" de ne acayip bir kelime.
Biz en iyisi dizi izleyelim. Özetleriyle başlayalım. Her gece hipnotize edelim kendimizi bayıla bayıla.
Çocuk olalım yine icabında.
Dondurma olsun...
kar yağsın...

Pazartesi, Şubat 07, 2011

ŞERBET

Benim bir öfke problemim var. Fakat bu durumun kendisiyle bir problemim yok. Öfkeyle bir problemim yok. Öfkeli olmayı, hala bir şeylere öfkelenebilmeyi seviyorum hatta çokça. Nabzımın attığı anlarım onlar benim. Öfke problemim olmasıyla, kişisel bir derdim yok.
Bunu gizlemiyorum. Kasığıma yazacağım yakında.
Bir "meselem" var benim. Bir şeylerle meselem var. Birileriyle. Bir metotla, bir ekolle meselem var. Yazdığım her şeyin aklı-fikri o mesele. Konular fark etmez. Temelde itiraz ettiğim şeyler bunlar. Aslında her şey tek bir "mesele" yani.
Kontrol paneli bende, panel hep aynı. Yanıp sönen ışıklar, düğmeler, kollar, aşırı yükleme, aşırı besleme, güç kayıpları...Atan devrler, yanan kafalar...
Kafamın içini görebilsen keşke. Yanarken bir görsen...
Benim bir öfke problemim var. Bundan sebep eve silah sokmuyorum. Gazete de almıyorum. Zorunda kalmazsam haber izlemiyorum. Haber ticaretini hiç sevmiyorum. Haber tüccarlarından tiksindim.
Çarşambadan beri onlarca yazı yazılmıştır. Yazılmış, biliyorum. hıncalınkini okudum. orayınkini okudum. Okuduklarımla ilgili bir şeyler de yazdım hatta. Utanarak. Onlar adına utanarak.
En son bir yazı daha okudum. Mehtap Erel yazmış. Www.hurriyetailem.com'da yazmış."Sakıncalı Analizler" isimli köşesinde yazmış. "Aslında yazmayacaktım.Ben popüleri,çok yazılanı pek yazmıyorum" temalı bir giriş var yazıya. Bir uyarı var. Bu bağlamda yazı yazı değil sadece, bir lütuf!
Bir mektup bu yazı. Oğlu Can'a bir mektup. Defne'nin oğlu Can'a!
Mehtap Hanım mektubuna, mektuptaki önermelere, saptamalara çok da güveniyor olmalı zira mektubun başında "Yazılan hiçbir şeyi okuma. Bir tek benim yazdığımı oku" gibi bir telkin var.
Duygusal bir mektup. Empatik olduğu söylenebilir. "Anneler anneleri anlar. Bütün anneler aynıdır. Hepsi çocuklarına tapar. Onlar için ölürler" önermesi hakim mektuba.
Yazılanların bir kısmına, hatta çoğuna fikirsel anlamda katıldığımı belirtmeliyim. Lakin yazının temel vurgusuna, her ne kadar o vurgu gizlenmiş de olsa, satır arasında da kalsa, tamamen ve fanatik bir deli gibi karşı olduğumu bilsin herkes. Temel vurgu minik bir cümleye sıkışmış :
"Belki de lohusalık sıkıntılarını henüz üzerinden atamamış. Bir HATA yapmış!Bu kısmı seni ilgilendirmez."
Ben lohusalık nedir bilmem, bilemem. Lohusalığı deneyimlemem mümkün değil. Fakat duydum. Bir fikrim var. Doğum sonrası yaşanan süreci anlatan, halkça bir ifade. Bir tanım. Şerbeti var. Ablalarım doğum yaptıkları için biliyorum. Tatlı baya. Şekerli.
"Lohusalık sıkıntısı" nedir? Nasıl atlatılır? Atlatması ne kadar vakit alır? Kişiyi nasıl etkiler? Sadece fiziksel midir? Nedir? Ne değildir? Bir kadına lohusalık nasıl HATALAR yaptırabilir? Bu soruları elbette bir uzmana ya da en azından yaşayan birine sormak lazım.
Ben ne uzmanım, ne de yaşadım. Zaten  şu an için umurumda da değil.
Yazının, mektubun benim şidddetle karşı olduğum, anlayamadığım, anlamlandıramadığım, temel vurgusu bu değil aslında. "Lohusalık ve travmaları" değil benim odağım.
Beni şaşırtan, kızdıran, çaresizleştiren vurgu başka:
"Bir HATA yaptı!"
Hata mı? Ne hatası? Bahsi geçen hata nedir?
Anne olması mı?
Biz annenin bir gece önce ne yaptığını, nerede olduğunu, bir gece sonra ne yapacağını, nerede olacağını biliyor muyuz? Anne her gece mi çıkıyor? Eve küfeyle mi dönüyor?
Biz ne biliyoruz peki?
Hata nedir?
Bir annenin bekar bir adamın evine gitmesi mi hata? Alkol içmesi mi? Yoksa hata, o annenin ölmesi mi? Nerede , nasıl öleceğini ön görememesi mi? Düşünmeliydi anne bunları. Hesaplamalıydı. Hata! Büyük hata!
Neyse, bir daha yapmaz. Daha dikkatli olur. Zaten yapamaz. Öldü çünkü. Size sormadan öldü.
Tuhaf bir ana fikri var mektubun: "Anne bir hata yapmış lakin kendisi öldüğü için bu seferlik bu hatayı görmezden geleceğiz biz."
Ne yüce gönüllüsünüz. Ne kadar cömert, ne kadar bağışlayıcı, ne kadar da iyisiniz.
Eksik olmayın. Biz sizi hak edecek ne yaptık?
Siz kimsiniz yahu? Retorik bir soru değil bu. Merak ediyorum gerçekten. Gerçekten bir soru bu: Siz kimsiniz?
Neredeydiniz o gece?
"Ben ONU hiç tanımazdım aslında..." diye başlayan yazılarınızı alın ve gidin. Uzaklara gidin. Bize uzak olun. Ona daha da uzak olun. İyilik yapmayın. Bizimle aynı tarafta olmayın.
Gölge etmeyin!

Hastalıklı bence bu ana fikir. Kangren. Eti çürümüş bu fikrin. Korkunç bir fikir bu. Sinsi.
Sinsi korkunçtur zaten. Korkaktır sinsi olan. Pusudadır hep. Bekler.
O cümle çok mühim bir cümle. Çok sevimsiz bir cümle. Yazının asıl "niyetini", yazanın "bilinçaltını" üste çıkaran bir cümle. Müthiş "kırsal" ve "töre" çağrıştıran bir cümle.
Yazık o cümleye. O fikre, o "idare etme" haline yazık.
Hangi "hata" o annenin ölümünü haklı çıkartacak? Beni hangi "hata" ikna edecek buna, fikrimi değiştirecek?
Size ne? Bana ne?
Gerçekten soruyorum yine:
Size ne? Bana ne?
Nedir bu "canım o da yapmasaymış"cılık? Bu nasıl bir ikiyüzlülük? Bana da öğretin. Beni de kurtarın. Başka biri yapın beni de. Sizin gibi düşünmeyi öğretin. Kim bilir belki öyle daha mutlu olurum. Gidelim mezarlarda dans edelim hep beraber. Ölenlere gülelim. Öldüler diye kızalım, küçümseyelim. Hatta şöyle yapalım: Ekipler kuralım. Gönüllü olalım. Gece çıkan, içki içen anneleri tespit etsin bu ekipler. Doğal yollarla ölmelerini de beklemeyelim. Yakalayalım o anneleri. Sokaklarda, yakaladığımız yerlerde, hemen oracıkta kazıklara bağlayalım, yakalım cayır cayır.
Videoya çekip ölen annenin kocasına, çocuğuna, ailesine verelim kaseti.
Düzelir miyiz o zaman? Düzeltir miyiz?
Ne olur hepimiz susalım artık. Bunu içtenlikle yapalım. Ben de kahrolayım bunları yazıyorum diye.
"Durun!Benim daha başka, daha çarpıcı bir fikrim var!" yarışmasından çekilelim.
Biz kaybedelim bu sefer.
En fazla ne kaybederiz?
Biraz düşünelim.

Pazar, Şubat 06, 2011

KANATLI ADIDAS

Alışmaya gayret ediyorum. Sarsılıyorum ama hala. Çok çukurlu bir yolda, bir arabada gibiyim. Yol da uzun gibi.
Dün gece test ettim kendimi. Sokağa çıktım. Bir kaç mekan dolaştım. Kafam dağılır belki dedim. Dediğim çıkmadı. Turuma House Cafe'de başladım. Ardından Novo'ya geçtim. Teğet geçtim ama çok durmadım. Mert Yücel İndigo'da çalıyordu. Gideceğime çok önce söz vermiştim. Gitmeyebilirdim. Gittim. Güzel çaldı. Novo'ya geri döndüm. Arkadaşlarım geldi yanıma. 3 kişi olduk. Oz-e, Nil ve ben. Lux'a gittik. Ali vardı. Hagop vardı. Fresh B vardı. U.F.U.K çaldı. Değişik çaldı. Güzeldi.
Son gecesinde Defne'yle olan bir arkadaş geldi yanıma. Onu en son sağ görenlerden. Onu kıskandım. Kızdım da ona. Üzgündü. "Yazını okudum. Ağladım ben de. O gece onunlaydım." dedi.
Kanatlı ayakkabıları vardı çocuğun. Adidas'tı galiba.
Uçarak uzaklaştı çocuk.
Çıkarken biri "Defneee" diye bağırdı beni görünce. Ben kimin bağırdığını görmedim. Alay mı etti, anlamadım. Belki bir arkadaşına seslendi. Belki bana öyle geldi
11:11'de gidelim dedik. Dediğimizi de yaptık. Çok eski tanırız Tangun'u, Kürşat'ı, Banu'yu, Mithat'ı, bütün ekibi. Kiwi'yi gördük. Kesmemiş bıyıkları. Komik heriftir Kiwi. Güzel mekandır 11:11.
Bu turu, bu mekanları, insanları şundan yazdım: Bazı geceler karşılaşırdık biz Defne'yle. Beraber çıkmasak da karşılaşırdık. Dünya küçük ya, İstanbul daha da küçük. Ne zaman gece dışarı çıksam, ne zaman hep aynı insanları görsem, İstanbul'da 15 milyon insanın yaşadığına inanmak daha da zor oluyor. Sanki 300 kişi yaşıyormuş gibi koca şehirde.
Gariptir, gözlerim aradı. Taradı ufaktan. Aptalca biliyorum. Çocukça.
Yaptım ama yine de. Zaten sürekli aptallıklar yapıyorum. Alışkınım. Şunu anladım ben dün gece, turumdan şunu çıkarttım: Uzun bir süre zihnim, algım 19 mayıslar, 10 kasımlar, 23 nisanlardaki televizyon ekranlarına benzeyecek.
Köşede bir Atatürk görseli ve Türk bayrağı olur ya; hep oradadır onlar.
Görüntüler değişir ekranda. Programlar değişir. Haber olur, spor olur, dizi olur, film, yarışma, güncel, reklamlar, tartışma ıvır olur zıvır olur, Atatürk'le bayrak hiç gitmez ya...
Öyle işte benim zihnim, algım bu aralar. Hep yaptığım şeyleri yapıyorum.
Tadım yok pek ama yapıyorum.
Yaptığım şeyleri yaparken ben, bir ekran var. Köşede bir resim var. Ne yapsam orada resim.
Biliyorum ne olup bittiğini. Niye orada olduğunu. Anlıyorum. Alışıyorum. Kabul de ediyorum.
Çünkü...
Resimdekini özlüyorum.

Cuma, Şubat 04, 2011

GARGAMEL ve AZMAN

"Her insan bir ülke" demiş ya biri. Bana demiş gibi geliyor, demediyse de ben diyorum: Her insan bir ülkedir. Benim ülkemde yas var hala. Bayraklar yarıda.
Daha iki gün oldu. İki gün yetti ama akbabalara.
Hemen başladı akbabaların bayramı. Bu yazı onlara. Özellikle ikisine. Biri ihtiyar. Diğeri daha genççe. Genç olan kilolu biraz. Gürbüz.

İki tane Yunus var burada: Biri onlara yumruk atmak istiyor. Yüzlerine en çok. Elleri kan içinde kalana kadar hem de.
Bu yazıyı öbür Yunus yazıyor.

Size, ikinize de, kızmıyorum bile dersem yalan söylemiş olurum. Ben de yalan söylerim tabi lakin azaltmaya çalışıyorum. Bırakabileceğimi sanmıyorum. Tek tük söylerim yine mutlaka arada.
İçkiyle kesin söylerim. Gece çıkınca söylerim. Güzel bir yemekten, güzel bir kadından sonra söylerim.
İlkellik(!) yapacağım şimdi: Fikrinize saygı duymuyorum. Fikrinizi benimsemesem de, fikrinizi ifade etmeniz gerektiğini sonuna kadar savunmuyorum. Fikrinizden de, ikinizden de nefret ediyorum. Midemi bulandırıyorsunuz. Sizden fiziksel olarak rahatsız oluyorum.
Zaten aslında yazdıklarınızda pek bir fikir de yok galiba.
Paranoyakça, gaddarca kurgulanmış bir saldırı var. Bir tane de değil, çoğul: Saldırılar var.
Yazdıklarınızı okurken bir John Grisham romanı okuyorum zanettim.
Film olur belki yakında yazılarınız. Küçük birer de rol verirler size. Ele ele oynarsınız.
Birinizin berbat bir kahkahası var. Yalandan. Plastik. Kiralanabilen bir kahkaha.
Diğeriniz de o bile yok.

Siz daha önce hiç öldünüz mü? Bence öldünüz. Öldünüz ve kimse umursamadı. Kimse fark etmedi. Kimse ağlamadı. Kimse gelmedi cenazenize. Hakkını helal etmedi. Ölümleriniz cesetlerinizden önce çürümeye başladı. Hemen unutuluverdiniz. Kahroldunuz.
Yapayalnız öldünüz!

Bu hıncınızı, bu robotik, bu makine soğukluğunuzu, bu gaddarlığınızı, bu anlamsız "farklılaşma" telaşınızı, bu zavallı hallerinizi başka türlü açıklayamıyorum çünkü.
Kıskançlık mı size yazdıklarınızı yazdıran? Bunları kulağınız şeytan mı fısıldadı?
Ne vaad etti size?
Sonsuzluk mu?
Ölümsüzlük mü?
Reklam mı yoksa?
En büyük vaadi de odur hep. Yazık, kanmasaydınız keşke. Kanmak istediniz ama öyle değil mi?
"Umursanmak", "Konuşulmak", "Gündem yaratmak" gibi saplantılarınız var çünkü.
Dur, bir de bir isim kullanıyorsunuz bu durum için : Ezber Bozan.
Yani böyle alışıldık olmayan, böyle, olaylara farklı perspektiflerden yaklaşan, sınırları zorlayan falan filan.
Beslenmek zorundasınız. Hepimiz gibi.
Lakin beslenme alışkanlıklarınız bizimkilerden çok başka.
Kötü besleniyorsunuz! Kötüden, kötülükten besleniyorsunuz. Dikkat edin bence! Vitamin alın. Daha çok meyve sebze yiyin. Süt, yumurta, beyaz peynir...Protein alın.Damar sağlığınıza da özen gösterin zira damarlarınızda akan sıvı damarlara hasar vermiş olabilir. Evet, sıvı dedim. Kan demedim.
Özellikle demedim.Kan olamaz çünkü. Benim aklımda böyle şey bir sıvı var: Yoğun, yapışkan...
Koyu renk bir sıvı. Kendi de koyu. Akmıyor kolay kolay.
KATRAN!
İyileşin. Bir an önce iyileşin!

Gazeteci, televizyon programcısı, gurme, şovmen, profesyonel jüri, spor yorumcusu kimliklerinizin çok dışında başka mesleklerinizi de öğrendik bu gün. Pek bir mutlu olduk. Belki hobinizdir. Bazıları da kelebek topluyor, kibrit çöpünden gemiler yapıyor.
Bu gün ayrıca ahlak polisi, narkotik polisi, olay yeri inceleme uzmanı, adli tıp uzmanı, teolog, pedagog olduğunuzu da öğrendik. Rahatladık.
Nefret ediyorum her kimliğinizden, halinizden.

Küçükken şirinleri izlerdim ben. Gargamel'e kızardım. Azmandan korkardım. Gargamel'in ve kedisinin şirinlerden ne istediğini anlayamazdım. Neyin peşinde olduklarını bilemezdim. Şirinleri yakalasalar, yeseler ellerine ne geçecekti çözemezdim.
Bu anlamsız, gayesiz kötülüklerini sevemezdim.
Her bölüm, "Bu bölüm belki vazgeçerler kötü olmaktan. iyi olur onlar da belki." derdim.
Çocukluk işte.
Onlar için dua ederdim.

Bilim bakalım şu an ne yapıyorum?
Sizin için dua ediyorum!

Çarşamba, Şubat 02, 2011

Defne "JOY"

Çok insanla tanıştım. Çoğunu unuttum çoktan. Onlar da beni unutmuştur eminim. Kızmam hiçbirine. Alınmam. Üstüme almam.
Hayat çok hızlı bir tren gibi.
Senin camından baktığın çok hızlı bir tren.
Ne çok şey görürsün o camdan. Ne azını hatırlarsın.
Seninle tanıştığım günü hatırlıyorum ben mesela.
Bilindik, alıştığımız "Tanışmalar"a benzemediğini hatırlıyorum. Bir "Buluşma" gibiydi daha çok. Bir "Kavuşma".
Beni, benim seni sevdiğim kadar sevdiğini gördüğümde çok rahatlamıştım. Çok korkmuştum beni sevmiyorsundur diye.
Dokunurdu öyle olsaydı.
Senin beni seviyor olman lazımdı.
İnsan yaşarken hep bir "Aferin" arar ya, toplar ya bulduklarını. Senin beni sevmen benim "Aferin"imdi.
Neden sevdiğini bimiyorsan gerçektir o.
Başka çaren yoksa eğer, sevmekten başka çaren yoksa gerçektir.
Ben bilmiyordum neden seni sevdiğimi.
"Başka" türlü bir kızdın sen. "I am a virgin, but this is a very old t-shirt" yazan bir tişörtün vardı.
Çok iyi yemek yapardın. Zetinyağlı fasulyeni hatırlıyorum.
Beslemeyi severdin. Misafiri severdin.
Sıkılınca "Sıkıldım.Git biraz." derdin.
Ben de giderdim.
Bazen sen söylemeden anlardım, giderdim.
Ayakkabılarımı giyerken ben, sen bana bakar, gülümserdin.
Parmak uçlarında kalkıp öperdin beni.Uzunum ya ben senden.
Yanağımdan öperdin.
Sırtımı sıvazlardın sonra.
Özleyince "Özledim.Gel artık" derdin.
Ben de gelirdim.
Bazen sen aramadan anlardım, gelirdim.
Ayakkabılarımı çıkartırken ben, sen bana bakar, gülümserdin.
"Hoş geldin" derdin. Derken, konuşmazdın.
"Hoş geldin" bakardın.

Çok yan yana uyuduk. Hiç sevişmedik. Kimseyi de inandıramadık.
Zaten bir müddet sonra inandırmaya da uğraşmadık.
Yan yana uyumaya devam ettik.

Kızardın bana.
"Oğlum sen salaksın.Sen salak mısın? Niye böylesin?" diye azarlardın.
"Peki sen niye böylesin?" dediğimde, susardın.
Ben çok özlerim seni Defne! Çok !
Uyandığımda öldüğünü duyacağımı bilseydim, uyanmazdım.
Bir daha yatsam, uyusam?
Sen dönene kadar uyanmasam?

Ağlamadım ilk duyduğumda, Defne.
Valla...Hiç ağlamadım.
Ama bak...
Şimdi ağlıyorum, Defne!
Çok ağlıyorum!

Salı, Ocak 18, 2011

Kaba İnşaat olmaz, bakımsız insan olur!

Bu yazı tamamen pek de ciddiye alınmaması gereken tespitlerimden oluşmaktadır.

Dün Aslantepe Ali Samiyen Spor Kompleksi Türk Telekom Arena Stadı'nda çeşitli temaslarda bulundum.(Dünyanın en güzel stadı mı değil mi bilemem fakat en uzun isimli stadı olabilir) İnşaatı denetledim. Denetledim derken çevresinde, görevli abileri rahatsız etmeden, kızdırmadan, zaman zaman türkülere eşlik ederek dolaştım desem daha doğru olur. Tek başımaydım. Bi başıma. Ne stat müdürü, ne Belediye Başkanı, ne Adnan Polat bana eşlik etmediler. Biraz bozuldum. Resmi internet sayfasından bir açıklama bekliyorum.
Stat çevresinde halen hummalı bir çalışma var. Zaten böyle bir çalışmaya çok da ihtiyaç var zira stat bildiğin kaba inşaat. Kabalaşmak istemem lakin bu stadı bu şekilde sanıyorum dünyanın bir çok yerinde açamazlardı. Bir kez daha TT Arena Stadyumu'nun kaba inşaat açılışını kutluyorum. Gerçi büyük insan, daha da büyük başkan Adnan Polat bu durumu, stadyumun çok eksiği olduğunu defalarca itiraf etmiş ve Türk milletinin gönlünde "Yav, çok samimi bir insan.Helal olsun be!" şeklinde övgü alarak, taht kurmuştu. Bana kalırsa Adnan Başkan'ın bu sözlerinin deşifre olmuş hali şu idi : "Stadı bir an önce açmam lazım. Bu tesisi kendime bir an önce mal etmem lazım.Takımın durumu ortada.Zor direniyorum.Olağan bir olağanüstü genel kurulda başkanlığı kaptırırsam çok fena olur.Kaba maba, açmam lazım.Siz de beni anlayın biraz canım!"
Bir de stadyum güzellemeleri yapanlara hayret ediyorum.
Stadyumun akustiği çok iyimiş? Deme be?
Zemin halı gibiymiş. Valla mı?
Koltuklar rahatmış? Atıyosuun!
Stadyuma "Dünyanın ilk stadyumu" muamelesi yapanlar, neydi beklentiniz?
Prefabrik tribünler, elle değiştirilen skorbord, toprak zemin, plastik sandalyeler mi?
Stat elbette güzel olacaktı. 5 yıldızlı olacaktı, öyle de olmuş. Ya da olmak üzere demeliyim.
Bu dev yapı ile ilgili acayip övgüler yapmak biraz da şuna benziyor: "Geçen 5 yıldızlı bir otelde kaldım. İnanır mısın, banyoda havlular çok temizdi!"
Bunda ne var? 5 yıldızlı bir otelde havlular elbette temiz olacak. 5 yıldızlı bir stadın şahane olması gerektiği gibi.
Aslantepe Ali Samiyen Spor Kompleksi Türk Telekom Arena Stadyumu Türk-İslam Alemine, tüm spor kamuoyuna, özellikle de Cimbomlu arkadaşlarımıza,kardeşlerimize hayırlara vesile olsun!
"Olm bizim maç nerde bu hafta? Deplasmanda mı?"
"Aslantepe Ali Samiyen Spo.... Yok diil, içerde!"
NOT: Bu arada stadyuma yaklaştıkça, otoban üzerinde zaman zaman bir " Olm oha be! Bak GASSSARAYIN stadı!" trafiği oluşuyor. Allahtan biz bu duruma, binaya bakan şöför profiline, kazaya bakan şöför profilinden alışığız. Yine de şöför arkadaşların dikkatli olması gerektiğini hatırlatırım.
NOT2: "Gitmişken ben de bakayım, bana ne trafikten" diyenler için stat, Fatih Sultan Mehmet köprüsünü biraz geçiyorsun, sağda.
NOT3: Stadyuma "Islık sesini engelleyen,kesen,yutan dev paneller" konacakmış. (Mesajımı da vereyim.)
NOT4: Gelirken ekmek al.

Pazar, Ocak 16, 2011

AÇILIŞ,ISLIK,ASLAN,ARENA

Türk Telekom Arena Stadı Açılışından notlar :
-Ben açılışı evden seyrettim. Zira ne kombinem vardı, ne davetiyem. Ayrıca ıslık çalmayı da bilmiyorum. Faydasız olmak, boşu boşuna yer işgal etmek istemedim.
-Galatasaray'ın genç kaptanı Arda Turan da açılıştaydı. Kendisinin açılışları sevdiğini biliyoruz.
-İlker Yasin & Birand ikilisi pek iyi bir fikir değilmiş.
-Merak ettiğim bir şeyler var. Koltuklar neden sarı-kırmızı değil? Tesisin adının Ali Sami Yen - Türk Telekom Arena Spor Kompleksi olduğunu hiç bir platformda seslendirmeyenler,davetiyelere yazmayı dahi unutanlar, acaba Galatasaray'ın renklerinin sadece kırmızı değil, sarı-kırmızı olduğunu da unutmuş olabilir mi? Yahut süper bir ön görü ile Milli takımımızın maçlarını bu stadyumda oynama ihtimali mi düşünüldü? Yoksa bir kaç ay sonra "Tüh,koltuklar sarı-kırmızı olacaktı.Telaştan unutmuşuz.Pardon." diyerek yeni bir koltuk ihalesi mi olacak? Belki de açılış erken olduğunu için, koltuk firmasının elinde de sadece kırmızı koltuklar olduğu için şimdilik,idareten bu koltuklar kullanıldı. Ayrıca pek çok stadyumda gördüğümüz,koltuklarla takımın isminin yazılması esprisi niye rağbet görmedi acaba? Bence bu şaka tutardı. Güzel olurdu. GALATASARAY FC ya da GALATASARAY SK !
-Stadın çevre düzenlemesi tamamlanmadığı için köfteciler de mi yoktu? Eğer öyle olduysa skandal!
-Yeni koltukların, eskilere göre daha zor kırılıyor olması gerçekten taraftar arasında panik yarattı mı?
-Uğur Dündar gerçekten "Stadyumun isim hakkı bendedir." dedi mi?
-Açılışa gelen çelenkler ne oldu?
-Stadyumun açılış töreni güzeldi. (Keşke Pekin Olimpiyatları açılışını, Güney Afrika Dünya Kupası açılışını izlememiş olsaydım.)
-Aslan/Gladyatör güzel olmamış pek.
-Ek olarak bir futbol takımının herhangi bir töreninde, o takımın taraftarı olduğu bilinen bir şarkıcının, play-back yaparak, saha içinde oradan oraya koşturmasını da, ziyadesiyle demode bulduğumu belirtmeliyim.(Kenan ile şahsi hiç bir problemim de yok üstelik.Kenancı'yım.)
-Başlayan her şey biter. Bunu özellikle GS başkanı Sayın Polat'a hatırlatmak istedim.Sayın Polat ve ekibini kutlarım lakin kendilerine bazı sorularım olacak: Bu stadyum ne zaman bitirilecekti? Takvimde yazan ilk tarih neydi? Rötar ne kadar? Kaç ay boşa geçti? Kaç ek ihale yapıldı? TOKİ devreye girmeseydi ne olacaktı? Saygılarımla.
-Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ve beraberindekiler açılışın en mutsuz figürleri oldular. Çok tepki gördüler. Oysa minnet bekliyorlardı. Islıklandılar. Çok ıslıklandılar. Defalarca ve dakikalarca. Tepkiler ıslıkla sınırlandı çünkü içeri yumurta sokmak yasaktı.
-Adnan Polat Ve Mahmut Özgener "Islıklayanlar tespit edilecek ve gerekenler yapılacak." diyerek ıslıklayanları çok korkuttu. Islıklayanların çoğu kaçtı,saklanıyor. Kimliğini,yüzünü,eşini,işini değiştirenler var. Yer altında yaşamaya başlayan, grup halinde ıslıkçılar var. Kendilerine "Yer altı Islıkçıları" diyolar. Kısaca YI !
-Peki ıslıklayanlar nasıl tespit edilecek? Açılışa gelenler tek tek emniyete getirilecek, ıslık çalmaları istenecek ve ıslıktan kimlik tanımı yapan özel makineler
onların "Islıkçı" olup olmadığını belirleyecek. Bu mudur?
-Peki "Gereken" şeklinde tanımlanan, biz sade vatandaşların "Ceza" olarak algıladığı şeyler ne olacak? Kırbaç, falaka, kızgın yağ, ömür boyu ıslık çalmama cezası ?
-Peki ıslık çaldığı tespit edilen bir kişi "Hayır, ben kendi kendime ıslık çalıyordum. Tepkilerle ve hiç bir örgütle ilişkim yoktur." derse ne olacak?
-Peki yasalarımızda var mı böyle bir madde? Zira Suç ve Ceza dengesinde cezası olan bir şeyin suçu da olmalı. Veya tam tersi. "Aşağıdaki durumlarda ıslık çalmak yasaktır" şeklinde başlayan bir kanun fıkrası var mı? Varsa gerçekten fıkra olur.
-Peki ıslık çalmak tamamen yasaklanabilir mi? Taksilerin arkasından, güzel bir kızın arkasından ıslık çalınamayacak mı? Toplu ıslık mı yasaklanacak yoksa sadece? Belki "Islık ruhsatı" olamayan yerlerde yasak olur ıslık çalmak. Ya da artık sadece bireysel ve gayet belirgin şekilde bir şarkı, bir melodi çalabilecek ıslık çalmak isteyenler, kim bilir?
-"Tepkiler yersizdi.Şık olmadı.Keşke yaşanmasaydı." demek başka bir şey, "Gerekenler yapılacak!" demek bambaşka bir şey. Bambaşka ve komik hatta. İlkokulda mıyız? Siz öğretmen misiniz? Hangi yıldayız? Orta Çağda mı? Siz Engizisyon üyesi misiniz? Islıklayanlar cadı mı? Bu bir av mı?
-Stadyum güzel olmuş. Zaten ne bekliyorduk ki? Uzaya otel yaptılar.
-Stadyum güzel olmuş. Lakin deniz görmüyor. Bir de yol kenarında ya, çok ses olur.
-Stadyum güzel olmuş.