Salı, Aralık 17, 2013

THE CEMAAT

Ne zaman biri "CEMAAT" dese, beni aklıma JOHN GRISHAM gelir. John Grisham ve THE FIRM. Bir de genç TOM CRUISE... Orada bir adam var uzakta. Orada derken Pensilvanyada. Amerikada yani.Tam konumunu belirtemiyorum ama kime sorsan gösterir diyorlar. Gitmesek de,görmesek de,elini öpüp hayır duasını almasak da,o adam bizim BAŞBAKANIMIZDIR. Sadece başbakanımız olsa yine iyi; CUMHURBAŞANIMIZDIR, ANA MUHALEFET LİDERİMİZDİR, BELEDİYE BAŞKANIMIZ, VALİMİZ, APARTMAN YÖNETİCİMİZ... Lakin kendisi ülkesini "uzaklardan, okyanus ötesinden" yönetiyor. Dönmüyor çok sevdiği ülkesine, insanına, toprağına. Öyle diyor ulu zat her sorulduğunda; "Çok özledim, çok seviyorum" diyor hasretle, gözleri yaşlı! Lakin dönmüyor.Çok sevdiği için sanırım. Kıyamıyor olabilir. İnsan kıyamaz sevdiğine. Kendisi bir lider, bir önder. CEMAAT lideri. Peki.Demek "CEMAAT LİDERİ". Anladım. Peki. Aslında , hayır anlamadım! CEMAAT ne? Bir resmi kurum mu bu? Bir uluslararası politik ve sosyal muhattap mı? Bir şirket mi? İs it a FIRM? Bir holding? Hayır kurumu? Bir dernek mi yoksa? Kurumsal bir yapı mı? Merkezi var mı? Adresi ne? Mesela küçük bir çocuk cemaate bir mektup yazmak istese yılbaşı hediyesi için, adres olarak ne yazacak? "Pensilvanya, USA" mi? Halka açık mı bu CEMAAT? Halka açık ama... herkese açık olmadığı belli gibi sanki.UNESCO gibi bir şey mi bu CEMAAT? Yani aslında C.E.M.A.A.T mi? BM, NATO, IMF ,Dünya Sağlık Örgütü, OSCAR AKEDEMİSİ ve CEMAAT arasında ne gibi benzerlikler var? En az onlar kadar saygın, meşru ve ciddi bir yapı olmalı CEMAAT. Zira bir ülkenin , bir model(!) ülkenin, demokrasisi ileri(!) bir ülkenin lideri, muhalefeti, TFF başkanı, Şöförler odası cemiyeti cümbür cemaat, CEMAAT'le görüşmeye gidiyorsa;CEMAAT'ten, liderinden "izin" alıyorsa bazı konularda, demek ki önemli bir şey bu "CEMAAT" diye düşünmekten alamıyorum kendimi. Normalleşti bu durum. Yani "Bir devletin, henüz tam anlamıyla tanımlayamadığımız fakat çok iyi tanıyormuş gibi yaptığımız bir yapı,fraksyon,cemiyet,gönüllüler birliği...vs.ile fikir alışverişinde olmasını" kast ediyorum. Bir hükümetin yine aynı yapıdan çekinmesi hatta korkması,savaşması,anlaşması...kısaca "muhattap" alması normalleşti.Normalleştirdiler.Normalleştirdik. Alıştık CEMAATLE yaşamaya.Her şeye "alışma hızımız" muazzamdır zaten. Bir de, hemen unutuveririz. Hemen adapte olduk. Meraklıyız "CEMAAT HABERLERİNE". Bu "durum" bir tek bana mı çok "gerçeküstü" geliyor? ben de meraklıyımdır çok. Nasıl avantajları var CEMAATİN? Çalışanlarına sağlık sigortası yapıyor mu? Çalışanları var mı? SSK'sı, Bağkur'u yatan çalışanları var mı? Yıllık 2 hafta izinli çalışanları? Mesela bir gün kapım çalsa, açsam. İki adam çıksa karşıma, takım elbiseli, sıfır yaka gömlekli, sakallı, yüzlerine nur inmiş, gül kokan, yani kısaca "üniformalı" iki kişi. "Biz cemaatten geliyoruz" deseler, ben de onlara "Kimlik görebilir miyim?" diye sorsam? Var mı "cemaat çalışanlarının bir resmi ID'si, yaka kartı, kartviziti? Şirket, pardon, cemaat arabalarıyla mı geziyorlar? Mesela bir anne "Benim oğlan da özel bir cemaatte şöför!" diyebiliyor mu gururla, gözleri yaşlı? Peki ya "üyeler"? Onların kartı var mı mesela? CEMAAT ÜYELİK KARTI? Aidat ödüyorlar mıdır peki? Dolarla mı, Türk Lirasıyla mı ödüyorlar acaba ödüyorlarsa? Ben anlamıyor bu "CEMAAT MEVZUSUNU". Susuyor ben. Kafam yine karıştı. Anneme gideyim en iyisi. Kereviz yapsın bana. Zeytinyağlı. Kafayı topluyorum annemde. Kereviz yerken topluyorum kafayı. Ne zaman biri CEMAAT dese, benim aklıma JOHN GRISHAM geliyor. Peki senin?

Çarşamba, Kasım 13, 2013

ASRIN İNSANI

Bazen tutamaz insan kendini. Aşık olduğunu kaçırır ağzından. Nefret ettiğini gizleyemez. Özlediğini itiraf eder. Başarısız, Yeteneksiz, Tembel olduğunu saklayamaz. Cinayetini, katilliğini ört bas edemez .
Bilinçaltı, üste çıkar. Baskınlaşır .
Bir şey yapar. Bir şey söyler. Sonra belki çok pişman olur. Geri almak, çıktığı yere sokmak ister kaçanı. Tutamadığını. Çok geçtir lakin. Kayda geçmiştir kaçak. Artık resmen "kaçaktır".
Kayıtlıdır. Silinmez.
Bu "kızlı-erkekli" meselesi de bir "kaçak" . Kayıtlara geçti. Silinmez.
Bence başbakan da tutamadı kendini. İnsan sonuçta. Asrın insanı. Gönlünde yatanı kaçırdı ağzından. İdealini, hedefini, çılgın projesini...
"Kızlı-erkekli" bir eşik bence. Çok tehlikeli bir eşik üstelik.  Kalabalıklara bu filtreyle bakmaya başlarsanız, her yeri, her şeyi kızlı-erkekli görürsünüz. Algıda hazırlık deniyor buna. Benim de filtre diyerek süslediğim şey de bu aslında: Algı.
Bu algıya bir hazırlık var, evet.
Onlar her yerdeler. Kızlar erkekler yani. Peşlerini bırakmak lazım. Okuldalar, evdeler, sokaktalar, dolmuştalar, maçtalar, cenazedeler, partideler, plajlardalar...(BUNU BİR İHBAR KABUL EDEBİLİRSİNİZ)
Medeni jargonda "toplumdur" kızlı-erkekli'nin karşılığı. Halktır. Halk da her yerdedir. Kızlıdır, erkeklidir. Boy boydur. Bebektir, çocuk olur, gençtir sonra. Büyür, yetişkin olur. Az daha büyür, yaşlanır. Az daha yaşar, ölür. Bunlar hep kızlı-erkekli olur. Bu topraklarda bu böyledir. Bu ülke çoktan vermiştir kararını.
Asrın liderini çoktan seçmiştir bu ülke.
Sadece bu ülke de değil. Time dergisi de katılmıştır bu karara. Kapaktan vermiştir desteğini. Pek çok ikonik dünya lideri de bu kararın altına imzalarını atmıştır. Hafif buruk, biraz kıskanç. Hatta bazıları epey yenik.
Nasıl Almanya asla Nazi Almanyası olmayacaksa, Türkiye Cumhuriyeti de haremlik-selamlık cumhuriyeti olmayacaktır. Alıştık biz medeniyete. Böyle iyiyiz. Bu bir tespittir. Bir propaganda metni değildir. Asla değildir. Belki çok gelişmiş bir uzay programımız yok ama haremlik-selamlık için de bir program yapmayız. Bundan rahatsız olanlar olabilir. Bunu kabul edebilirim. Anlayamam ama kabul edebilirim. Makul bir lisanla anlatılırsa da, dinlerim. Onlara tavsiyelerim bile olabilir haddim olmayarak. Böyle ülkeler var. Hazırları var yani. Haremlik-selamlık esaslarının gözetildiği, anayasası şeriat olan, karma eğitimin yasak olduğu falan filan. Oralara gitmelerinde fayda var.
Kimseyi kovmuyorum, yanlış anlaşılmasın. Nasıl kovayım? Ben mal sahibi değilim ki. Bir öneri benimki. Buralar, oralara benzemeyecek çünkü. Kimse vakit kaybetsin istemem. Yardım etmeye çalışıyorum ben sadece. Niyetim iyi.
Hem oralara vize de yok! Dost topraklar oralar. Her yerine uçuyor THY. Başbakan çok seviliyor oralarda.
Nasıl sevilmesin?Kendisi de onlardan.
En kötü; çöller var! Bir sürü bomboş, atıl duran çöller var. Oralarda bir "yeni ülke" kurulabilir.
İsrail modeli!
Biraz kumdan zarar gelmez. O da hallolur bir başka çılgın projeyle. Ayrıca deve de arabaya göre daha ekonomiktir. Suyla çalışır. Az da yakar!
Bunu bir düşünsün derim kızdan erkekten rahatsız olan, Mustafa Kemal'e söven,sayan.
Umarım yardımcı olabilmişimdir.
Bazı anlar olur, "Yok artık! O kadar da değil!" anları diyorum ben o anlara; işte bu kızlı erkekli kaçağı, o anlardan biridir.
Öyle değil midir yoksa?
Kim bilir, belki de bana öyle geliyordur.
Belki birazdan uyanırım uykumdan.




Pazar, Temmuz 14, 2013

ISLAK İMZA

Uyanır uyanmaz aklımda onlar vardı. Hiçbirini görmedim. Şahsen yani. Yakından görmedim onları. Gazetelerde gördüm. Bazı gazetelerde. Zaten her gazete de göstermedi onları. O kadar çok şey var ki göstermedikleri; gösteremedikleri. O kadar çok insan var ki hala görmeyen; göremeyen. Her gazeteyi okumuyorum artık; okuyamıyorum. Zaten her gazete de okunmak için çıkmıyor. Cam bile silinmiyor o okuyamadığım gazetelerle.
Üst üste koymuşlardı hepsini. Kamyonlara yüklenmişlerdi. Tırlara. Onlarca kamyon, onlarca tır gerekmiş onları taşımak için. Çoklardı çünkü. Taşınmaları uzun sürdü. Ne oldu onlara bilemiyorum. Nereye taşındılar, ne yaptılar onlarla bilemiyorum. Çok çaresiz duruyorlardı kamyonların üzerinde hepsi.
Tırlar vardı birde.
Öylece duruyorlardı. Sessizce. Çaresiz. Hüzünlü bir halleri vardı. Üzgün gibi geldiler bana.
İnsan bazen tek bir damla yaş aksın ister , tek bir gözünden. Üzüntüsünü imzalamak ister gibi.
Islak bir imza. Islak ve üzgün.
Öyle bir imzaya çok ihtiyacım vardı onları ilk gördüğümde. Ve bu sabah. Bu sabah çok isterdim bir damla yaşım olsun. Dişlerimi sıkmakatan çenem ağrıyor bazı sabahlar. Uykumda sıkıyor olmalıyım çenemi. Uykumda ağlıyorumdur da belki. Çaresizlikten sıkar insan çenesini. Hırstan, öfkeden...Sonra çenesi ağrır benim gibi. Biraz da şakakları ağrır.
Büyümeleri ne çok zaman ister. Uzun sürer. Ne çok emek. Ne çok güneş, su, toprak...
Yok edilmeleri kısa sürmüş olmalı. Ne çok adam uğraştı onları yok etmek için. Ne çok emek verdiler bu katliama. Ne çok dozer, kepçe, balta...
1 tane ağacı yanlışlıkla kesersin. Belki 3 tanesini . Ya da 5.
250.000 ağaç yanlışlıkla kesilir mi? 250.000 hata bir anda yapılır mı?
Elini kolunu sallaya sallaya hem de. Niye sevmiyorsunuz onları bu kadar? Bu yeşile olan kin neden? Bu AVM, otel merakı nereden geliyor?
Ne yaptı o ağaçlar size? Hiçbir şey de yapamazlardı zaten aslında. Durmaktan başka! Öylece durmaktan başka. Öylece duruyorlardı. Yeşil yeşil.
"3. köprünün yeri yanlışmış" ne demek? Ne demek gerek bunu söyleyen birine?
"Şaka mı bu? Şaka mı yaptın? Alay mı ediyorsun yoksa yine? Ne şakacısın. Ne alaycısın. Ayıp olmuş. Ayıp etmişsin. Öyle şey olmaz. Köprü yanlış yere yapılmaz. İstanbul Bğazına yapılacak bir köprü, yanlış yere ya-pı-la-maz-! 250.000 ağaç yanlışlıkla kesilmez. Ke-si-le-mez! Durma öyle sen. Sen istifa et. Ağaçlardan da özür dile ama giderken..." denir mi mesela?
Çenem ağrıyor benim yine. Biraz da şakaklarım.

Salı, Temmuz 09, 2013

SAYIN VALİ...

Merhaba sayın Mutlu,
Biliyorum vaktiniz çok değerli. İşiniz çok. Eminim sizin 1 saatiniz, "sıradan" bir insanın 7 saatine filan denk geliyor. Bundan sebep, lafı uzatmayacağım. Şakalar yapmak da değil amacım. Zira sizinle ilgili yapılabilecek tüm şakalar yapıldı, yapılıyor ve yapılacak. Şimdiden bir efsanesiniz. Kutlarım sizi!
Çok temel bir noktadan başlamak niyetindeyim:
Ne yapmaya çalışıyorsunuz? Niyetiniz nedir? Major planınız nedir? Bu olup bitenler sizce nereye varacak? Bu inatlaşma haline ne gerek var? Kiminle inatlaşıyorsunuz ki zaten; ve ne uğruna? İstanbul mu? İstanbul uğruna mı? Bu bir rövanş mı? Neyin rövanşı? 
Buradan bakıldığında bizimle, İstanbul'la ve İstanbulluyla alay eder gibi bir haliniz var. Sanki bizi pek ciddiye almıyorsunuz. Bizi önemsemediğiniz fikrine kapılıyorum. Sanki bizi "takmıyorsunuz". Umarım yanılıyorumdur.
Yeni "rutinimiz" bu mu oldu sayın vali? Parkı bir açmak, bir kapamak... bir açarmış gibi yapmak... ama son anda açmamak...falan filan...Bu yeni bir "flört" hali mi? Bizimle flört mü ediyorsunuz? 
Parkı açtık, hadi buyurun!" deyip, insanları parka aldıktan sonra aniden "gazlamak" kimin fikriydi peki sayın vali?  Bu sizce de sorgulanabilir bir "misafirperverlik" anlayışı değil mi? Eve çağırdığınız misafirlerinize de böyle mi yapıyorsunuz? 
Ve ilk çözüm neden "gaz"? Bol olduğu için mi? Yoksa bir B planınız mı yok? Neden "uzlaşmayı" hiç ama hiç aklınıza getirmiyorsunuz? Bunu bence bir düşünün. Uzlaşmayı diyorum.
Siz ev sahibisiniz. Şehrin anahtarı sizde. Bürokratsınız. İşiniz hizmet, işiniz halk. İşiniz halka hizmet. Görev tanımınızda var bu. Böyle yazıyor " vali ne iş yapar?" sorusunun karşılığında cevaben. Ne alıp veremediğiniz var misafirlerinizle peki? Bu şehrin "sakinlerini" neden bu kadar kızdırmak istiyorsunuz? İstanbulluyla derdiniz ne? Ne yaptılar size? Ne yaptık? Şahsen ben, ben size ne yaptım mesela? Niye giremiyorum ben parka? Niye açamadınız bu parkı siz sayın vali? Olimpiyatları nasıl yapacaksınız? Nasıl açacaksınız olimpiyatları? 
İstanbul zor şehirdir. İstanbul'u kandırmak olmaz. Ne padişahlar, imparatorlar gördü bu kent. Kimlere başkent oldu. Bilgedir İstanbul. Sizden benden çok bilir. 1000 yaşında bu şehir. Hala hepimizden genç. Sürekli yeniliyor kendini. Kimseye yenilmeyişi bundan. Sürekli güncelleniyor, uyum sağlıyor. Kanı değişiyor sürekli, kanı yenileniyor. Gelen geldikçe geliyor. Giden özlüyor. Yerine başka bir şehir koyamıyor. Zor mu geldi yoksa bu görev size sayın vali? Ağır mı oldu biraz? Öyle gibi sanki. İstifa edin sayın vali? Bırakın. Gidin. İnanın sizi tutmayız biz. Bağrımıza taş basar, özlemimizi dizginler, alışmaya çalışırız. "vali mutlu!" deriz, avunuruz. Memleketimizde çok sevimli sahil kasabaları var. Onlardan birine yerleşin? Hatta başka memleketlerde de var çok sevimli kasabalar. Onlardan birine gidin? Daha uzağa gidin mesela? Çok uzağa!
Sanki bir yardım çağrısı var her basın toplantınızda, her tweetinizde. Yardım ister gibisiniz İstanbul'dan, İstanbulludan. İzin vermiyorsunuz ki yardım edelim size. Çağırıyorsunuz bizi sonra gaz sıkıyorsunuz biz geldikçe. Gaz sıkmak oyun mu sizin için sayın vali? Bizim için hiç değil. Biz hiç eğlenmiyoruz gazı, copu yerken. Gaz gerçek. Cop da öyle. Siz hiç gaza maruz kaldınız mı? Gaz yediniz mi hiç? Yerseniz sakın yıkamayın yüzünüzü, gözünüzü. Özel solüsyonlar var gaza iyi gelen. Arzu ederseniz tarifini yollayabilirim. Portakal gazı var mesela. O daha değişik biber gazından. Aklınızda olsun.
Sizi hiç, kask numaraları silinmiş, 20 saat görev yapan, izinleri, tayinleri iptal edilmiş, kaldırımda yatan, özellikle aç bırakılan, kumanyaları küflü, yirmili yaşlarında, son çare olarak polis olan çevik kuvvet görevlileri kovaladı mı? Hiç kovalandınız mı siz? Yaka paça gözaltına alındınız mı sayın vali? Gözaltında kayboldunuz mu hiç? Hiç elleri satırlı, palalı bir "esnafla" burun buruna geldiniz mi sayın Mutlu? Kalabilirsiniz pekala! Çünkü serbest kaldı o manyaklar. Dikkat edin! Yüzleri gaz maskeli olduğu için "alınanlar" hala içeride ama merak etmeyin. Umarım hiç yaşamazsınız bunları. Keşke yaşatmasaydınız da. Bizim canımız çok yandı be sayın vali! Çok!
Siz galiba bu "park işini" de yanlış anladınız. Park öyle açılıp-kapanan bir şey değildir sayın vali. Parkı açarsınız, durur. Bekler. Sahibini bekler. Fakat siz sahiplerine gaz sıkarsanız, olmaz sayın vali. Park da üzülür.
"Aile parkı" nedir peki sayın vali? Aile salonu gibi bir şey mi? Patentini aldınız mı? Bu yeni bir konsept çünkü. Daha önce hiç duymadım. Patentini alın bence. İhmal etmeyin! Klimalı mı aile parkı? Ahlaklı mı? Namuslu mu? Kime göre, kimden çok? Ya da bunun kararını neden siz veriyorsunuz? Kim veriyor kararını? Mesela ben kız arkadaşımla gitsem parka, biraz da öpüşsek mesela, kız arkadaşım fahişe mi olmuş oluyor? Ben ne oluyorum? Köpeğimizi alsak parka giderken gavurlar gibi, yogamızı, Ipodumuzu, pikemizi....? Yayılsak mesela parka, güneşlensek, kitap okusak bir yandan da medeniler gibi, piknik yapsak sayın vali, suç mu işlemiş oluyoruz? "Kentli" olmayalım mı? Olursak cezamız ne olur? Parka mı almazsınız bir daha? Zaten almak istemiyorsunuz. Bunlar ütopya mı? Ben şu an haddimi mi aşıyorum? Ben kim mi oluyorum? Siz kimin valisisiniz? Peki bizim valimiz kim sayın vali? Bari bizi, bizim valimizle tanıştırın sayın vali. Yapın aramızı. Umarım iyi biridir. Belki bu "bizim vali" makuldur. Akıllıdır. Umarım bize vakit ayırıp, dinler bizi. Biz diyalogla çözeriz kendi valimizle kendi sorunlarımızı sayın vali. O da mı bıyıklı? Sizin kadar yakışıklı mı? Bari onu söyleyin.
Kim girecek parka, kim girebilecek? Var mı bir eşkal, bir profil, bir kimlik bunun için?
Aranılan özellikler nedir? "Bizi" kim onaylayacak sayın vali? Kendimizi kime beğendirelim? Takla da atalım mı? Haddim olmadan bir öneride bulunayım: Kart dağıtın parka girmesini uygun gördüğünüz insanlara. Gezi Kart!
Siz parkı "halka açmadan" önce, park karpuz tarlası mıydı? Biz karpuz muyuz?
Gerçekten soruyorum sayın vali. Bir yere girdim çünkü, çıkamıyorum. Türküm, parkıma giremiyorum. Yardımcı olun bana istiyorum; rehberlik edin. Çıkarın beni bu girdiğim yerden, tutun elimden; parka götürün. Gerçeklerden, yaşananlardan, söylediklerinizden çıktı hepsi soruların. Artık hepsi sizin. 
Bitiriyorum sayın vali, az kaldı. 
Newyorkluları, Parislileri, Londralıları çok kıskanıyorum sayın vali bugünlerde. Ne Özgürlük Anıtı, ne de Eyfel Kulesi  umurumda. Big Ben aklıma takılmıyor hiç.
Parkları var onların sayın vali. Girebildikleri, gidebildikleri parklar! O dokunuyor işte!
En çok onu kıskanıyorum.
                                                                                                saygılarımla, Yunus Günçe. İstanbullu biri.

Pazartesi, Temmuz 08, 2013

SATIR HOBİSİ

Sen hayatında hiç satır gördün mü? Görmüşsündür muhakkak. Kasapta görmüşsündür. Korku filmlerinde görmüşsündür en azından. Görsen hemen tanırsın. Küt, vahşi, kesici bir alettir. Kasaplar et keser satırla. Kemik keserler daha çok. Normal bir kasap bıçağı ile kesemedikleri etleri, kemikleri keserler. Korku filmlerindeki kötü adamlar da, insan keserler satırla. Kemiklerini keserler daha çok. Daha vahşi olmak, daha korkunç görünmek için satır kullanır kötü adamlar. Daha çok kan olsun ister çünkü o kötü adamlar. Seyirci de kanı sever. Daha çok kan olsun ister.
Maske olur suratlarında genelde de o kötü adamların. Buz hokeyi maskesi gibi.
Senin satırın var mı? "Satır koleksiyonun" var mı? Hobi olarak satır biriktiriyor musun? satırın parlaklığına, gücüne, insana saldığı dehşet duygusuna zaafın var mı? Satırı olan birini tanıyor musun ? Satıra hemen, istediğin anda erişebiliyor musun? "Elinin altında" satır bulunduruyor musun? Kasap mısın sen? Ya da kötü müsün?
Satırın yoksa üzülme. Benim de yok. Satır sahibi birini tanımıyorum. Zaten normali de budur. Normal insanların satırları, satırlı arkadaşları olmaz. Kasap ya da kötü adam değillerse elbette.
Ben değilim mesela. Kasap değilim. Kötü müyüm peki? Satır sahibi olacak kadar değilim en azından. Benim başka hobilerim var. DJ'lik gibi mesela. Yazı yazmayı da seviyorum.
Satırla kimseye saldırmadığıma eminim. Rol icabı bile olsa.
"Satır" herhangi bir kesici alet değildir demeye çalışıyorum. Kesici aletler içinde ağırlığı vardır. Sözü dinlenir. Korkulur satırdan. Satır KORKUDUR! Sadece bu da değildir. Vahşet, gaddarlık, kuralsızlık, korku filmi, kan, katliam, soykırım...bunlar da akla gelir satırla beraber.
Bir "kesici alet olarak satır" tercihi, çok sapıkçadır.
Satıra zaaf duymak da pek sağlıklı bir duygu değildir. Satıra zaaf duyanlar, hastadır benim nazarımda.
Peki sen hiç pala gördün mü? Pala satırdan fenadır. Mesela ben eğer biriyle saldırıya uğrayacaksam, biri tarafından yaralanacaksam, satır tercih ederim, pala istemem. Pala o kadar fenadır! Görsen kesin tanırsın, kesin korkarsın. Kasaplarda bile yoktur pala. Var mıdır yoksa? Kimde vardır; ne işe yarar bilmiyorum. Çok kötü adamlar kullanır palayı çok kanlı korku filmlerinde. Onlar da maskelidir çoğu zaman.
Palan var mı peki? Umarım yoktur. Umarım palası olan birini tanımıyorsundur. Normal insanların palası olmaz çünkü. Palalılarla arkadaşlık etmez normaller.
Afrikada çok insan kestiler palalarla. Ruanda'da mesela. Çok katliam yaptılar. Çocukları, kadınları, insanları kestiler. Parçaladılar onları palayla. Üst üste yığdılar kestikleri insanları. Kolu, bacağı, başı, ayağı, yarısı olmayan cansız ama hala insan olanlardan dağlar yaptılar. Pala yapar insana bunu; parçalar. Uzuvlarını ayırır. Bir darbede, tek hamlede!
Özetle; satırlı, palalı adamlar kasap veya sinema hariç bir yerde görülmez. Görülmemelidir. Görülmesi anormaldir. Suçtur. Öldürmeye teşebbüstür. Vahşi bir edimdir.
Son günlerde satırlı, palalı canlılar türedi oysa. Sokaktalar. Geri geldiler. Severler bu iklimi, bu ortamı. Çıktılar yine inlerinden. Kim bilir, belki genetiktir bu dürtü. Belki babaları da çıkmıştır bir dönem sokaklara ellerinde palalarla, satırlarla. Yabancı değil çünkü bu görüntüler bize. Keşke olsaydı. Keşke hatırlamasaydık, hatırlatmasalardı.
Aramızdalar yine. İnsana benziyorlar ilk bakışta. Tek farkları; ellerinde satırlar, palalar var. Hemen tanırsın onları. Gözlerinde nefret var. Akıllarında vahşet!
Normal insanların satırları, palaları olmaz. Kasap ya da kötü adam değillerse elbette. Kasap olup olmadıklarını bilmiyorum ama kötüler!
Korunuyorlar. Tanınıyorlar. Biliniyorlar. Kollanıyorlar.
Tehlikeliler. Kaybedecek bir şeyleri yok. Bu yüzden "en tehlikeliler".
Maskesizler.
Buz hokeyi maskesi yok hiçbirinde! Yine de bu bir korku filmi. Seti, dekoru;sokaklar,caddeler.
Aktörleri belli. Senaryosu bilindik. Seyircisi var. Kan seviyor seyirci.
Dikkat et ne olur evden çıkarken, sokakta yürürken, yaşarken bugünlerde.
Yalvarırım dikkat et!
Çünkü "onlar" aramızdalar!

Perşembe, Temmuz 04, 2013

"EKMEK" YAZISI

Ekmek. Onu da yanlış anlayan var. Ekmeği de yanlış anlayan var. Aslında "yanlış anlamak" diye bir şey olmaz bana göre. Bir şeyi; bir insanı "yanlış" anlamak olmaz. Anlatım bozukluğudur bu. "Anlama" bozukluğu diyelim.
Bir şey, bir insan ya anlaşılır, ya da anlaşılmaz. "Yanlış anlayan", anlamamıştır. Ayrıca kaldı ki; anlamanın "yanlışı" var ise, "doğrusu" da olmak zorunda. Sadece "anladım" diyemeyiz o vakit anladığımızda. "Doğru anladım" dememiz gerekir.
Falan filan.
Çok karışık olduğunu sanmıyorum. Gayet kolay anlaşılıyor mevzu bence. Ben yine de tane tane anlatmaya özen göstereceğim:
"Ekmek" bir semboldür. Temel besin kaynağıdır. Gerçi besin değerleri bakımından pek zengin değildir. Besleyici değildir pek. "Tok tutucudur" daha ziyade. Doyurucudur. Yine de zengindir ama. Sofranın baş tacıdır. "Ana yemeğidir". Öpülür, başa konur. Genelde 3 kere öpülür başa konmadan.
Ucuzdur. Fiyatı uygundur. Çok çeşitlidir yine de. Yine de "pahalı" olanı vardır. Her şeyin pahalı olanı vardır. Fırın ekmeği ucuzdur ama. Fırın ekmeği hiç bozulmaz buna, Alışıktır o. Hiç takılmaz. İşine bakar. Ne kadar çok insan doyurursa, o kadar kardır onun için. Emekçidir. Emeğinin peşindedir. İş odaklıdır fırın ekmeği.
Daha lüksü, daha havalısı, daha değerlisi vardır ekmeğin. Her şeyin olduğu gibi. "Yeni nesil" ekmek denebilir bunlara. Karabuğday,çavdar,tam tahıl,kepek,fransız,baget...Bunlar en meşhur "havalı" ekmek çeşitlerinden bir kaç örnektir.
"Trabzon ekmeği" değildir ama hiçbiri. Trabzon ekmeği heybetlidir. Dayanıklıdır.
Bunlar en meşhur "havalı" ekmek çeşitlerinden bir kaç örnektir.
Ekmek "halktır" ama daha ziyade. Ekmek semboldür. Hayatta kalmayı anlatır. Yaşamayı temsil eder.
Ekmek gerçektir. En tazesi bile serttir bundan ötürü.
"Ekmek peşinde" olmak, hayatta kalmaya çalışmaktır. Mesele varlık/yokluk meselesidir. Çoğunlukla da yokluk.
Ekmek peşinde olmak bir semboldür. Zoru anlatır. Direnmeyi anlatır. Madenciyi, emekliyi, memuru, öğrenciyi, asgari ücretliyi, bulaşık yıkayan esmer delikanlıyı, eve yardıma gelen ablayı, kaportanı düzelten çırağı...Onlar "ekmek peşindedir". Hayatları zordur. Gerçekten zor! Fimlerdeki, romanlardaki kadar zor! Onların derdi "ekmektir".
Herkes, kazandığı parayla istediği çeşit ekmek alır. Ama her para kazanan "ekmek almak" için kazanmıyordur parayı.
Yani herkes ekmek peşinde değildir. Ama herkes bayılır "ekmekli cümleler" kurmaya.
Ekmek semboldür. Hayatta kalmaktır.
"Ekmek" için yazdım. Gerçekten "Ekmek peşinde olanlar" için.
"Ekmek alabilmek için çalışanlar" için...


Çarşamba, Temmuz 03, 2013

İNTİKAMDI HAVA

Bayramdı. Şeker bayramı. Hanımla memleketten dönüyorduk. Hava yağışlıydı. Çok değil ama, çok yağmıyordu. Çiseler ya, öyleydi. Yerler buz gibi olur çiselerken hava. Kaygan olur. Buz gibi kaygan. Arabayla dönüyorduk memleketten. Ben kullanıyordum arabamızı. Epeydir ben kullanıyordum. Hiç dinlenmeden bir 7-8 saattir ben kullanıyordum. Şöförlüğü yoktur bizimkinin.
Hanım "yorulursan dur, dinlen" demişti. 3-4 saat kadar önce demişti bunu. Hanım çoktan uyumuştu. Ben çoktan yorulmuştum. Uyandırmadım onu.
Uyandırıp "yoruldum.duracağım" demedim. Yerler kaygandı. Çiseliyordu. Yol buz gibi kayar çiselerken hava. Ben epey yorgundum.
Öyle oldu! Buzda kaydı araba. Geceydi . Gece olmuştu. Onu söylemeyi unuttum. Geceydi. Ben yorgundum. Buz gibi kayan yolda tutamadım arabayı. Araba kaydı. Karanlıktı.Virajı alamadım.
Düştük.
Bir onu hatırlıyorum, arabanın kaydığını, virajı alamayıp karanlıkta düştüğümüzü; bir de benim hanım uyuyordu. Tüm bunlar olurken uyuyordu hanım. Nereden bilsin? Kaygan yolda, virajı alamayıp karanlıkta düşeceğimizi nereden bilsin? Daha önce hiç düşmedik ki!
Hafif horlar uyurken benim hanım. Tatlıdır horlaması. "Uyuyorum ben" der gibi.
Düştük.
Karanlıktı düştüğümüz yer. Uçurumdu. Derindi. Soğuktu. Islaktı.
Epey düştük.
Çok hızlıydık düşerken. Çok düştük. Hanım uyandı mı hiç biz düşerken, hatırlamıyorum.
Bakmadım. Horluyor muydu hala tatlı tatlı, duymadım.
Çok hızlı düştük.
Bir şeye çarptık sonra. Bir ağaçtı galiba çarptığımız şey. Kocaman bir şeydi. Kocaman bir ağaçtı belki.
Çarpınca durduk. Her şey durdu bizimle beraber.
Karanlık, uçurum, derinlik, soğukluk, ıslaklık...her şey durdu.
Öldük!
Siz? Siz nasıl öldünüz? Hepiniz aynı anda nasıl öldünüz? Hava nasıldı siz ölürken?
Biz ölmedik. Bizi öldürdüler. Biz istemedik yani ölmeyi. Beraberce ölmeyi hiç istemedik hem de!
Bizi yaktılar!
Hepimizi! Hepimizi yaktılar! Beraberce yandık! Hepimiz! Aynı anda! Biz istemedik yanmayı. Bize sormadılar. Neden yandığımızı söylemediler. Neden yaktıklarını söylemediler.Bağırıyorlardı. İntikamdı hava!
Neyin intikamı anlamadık! Hiç anlamadık hem de! Söylemediler. Soramadık. Yanarken soramadık ki hiçbir şey.
Bir oteldeydik. Yazıya, şiire, türküye, sohbete gitmiştik. Buluşmuştuk. Otelde yaktılar bizi.
Göz göre göre!
Herkes gördü onlar bizi yakarken. Baktılar onlar bizi yakarken bize. Biz de onlara baktık. Biz de onları gördük.
Göz göze yandık!
Gözümüze bakarak yaktılar bizi. Acımadan. Bir insan bir insanı nasıl yakar? Nasıl öğrenir bunu? Kimden öğrenir? Kim öğretir? Öğretmeni kimdir onları yakanların? Niye öğretir öğretmenleri yakanlara insan yakmayı? Yakanlar öğrendiklerini nasıl bu kadar rahat yapar? Nasıl bu kadar rahat yakar bir insanı bir insan? Tanımadığı bir insanı hem de!
Daha önce yakmışlar mıydı başkalarını, başka tanımadıklarını, bilmiyoruz. Biz daha önce hiç yanmamıştık ki! Biz ateşle, alevle bu kadar rahat anlaşan kimseyi görmemiştik daha önce. Arkadaş gibiydiler yakanlar ateşle, alevle. Gülüyorlardı yakarken. Nefret ediyorlardı yanarken biz. Tanışmıyorduk. Hiç tanışmıyorduk. Bizi tanımadan, bizden nefret ediyorlardı. Bize gülüyorlardı. Garip, öyle değil mi? Bir insan bir başka insandan nasıl bu kadar nefret eder? Onu yakacak kadar nasıl nefret eder? Nasıl öğrenir bunu? Kim öğretir? Öğretmenleri kimdir? Yakmayı öğretenle aynı kişi midir onlara nefreti de öğreten? neden daha güzel şeyler öğretmezler onlara? Neden yakmayı öğrenir onlar? Öğrendiğini nasıl bu kadar rahat uygular? Bu kadar nefretle yaşamak zor olmalı. Birileri bu kadar nefretle yaşarken; başkaları mutlaka ölür!
Öyle oldu! Ölen bizdik! Bizi öldürdüler! Yandık biz. Diri diri yandık!
Yaktılar bizi!
Bir onu hatırlıyoruz, bizi yaktıklarını, bir de yakarkenki nefretlerini!
2 temmuzdu!
Biz artık yoktuk!




Pazar, Haziran 30, 2013

MATRUŞKA MASALI

En sevdiğim masal Zümrüdü Anka Kuşu masalıdır. Babam çok güzel anlatırdı. 
Belki ondan sevdim. Ben de çok güzel dinlerdim. Babam ne anlatsa dinlerdim. Ne anlatsa severdim.
En son duyduğum masalı hiç sevmedim. Belki babam anlatmadı diye sevmedim. Sanmıyorum. Bu masalı babam da anlatsaydı, sevmezdim. Anlatan çirkin anlattı çünkü. Babam gibi anlatmadı. Doğru anlatmadı. Doğruları anlatmadı. Kesin ondan sevmedim. Ben de çok şaşırarak dinledim. 
Değişik bir masal bu. İçinde çok başka masallar var bu masalın. Masallarla dolu bu masal. 
"Matruşka" olsun masalın ismi.
Anlatıcısı belli bu masalın. Gezi parkı düşman toprağı bu masalda. Parktakiler bölücü, terörist. Kazan ölüyor bu masalda. Kazan doğuruyor. Çok insan da inanıyor.
Park çok kalabalıktı. "Bir" kişi yoktu parkta. Herkes "aynı kişi" değildi.
Ülkesine tapan, aşık, memleket için kaygılı, parka öfkeli parktakilere hırslı pek çok vatansever, zahmet edip gelmedi parka. Bi kere gelmedi! Kendi gözleriyle görmedi, kendi sözleriyle duymadı parkı, parktakileri.
Gelmeyen, görmeyen, duymayan, olmayan bilemez parkta olanı biteni.
"-miş'li" geçmiş zaman çok yanlış bir referans, çok sorunlu bir dil parkı anlarken; anlatırken.
"Parkın her yeri apo posteri!" diyor anlatıcı masalda.
O çirkin adamın posterini asmadılar diyemem. Astılar. Ben asmadım ama. Asana yardım etmedim. Asanla, asana yardım edenle oturmadım, sohbet etmedim.
Sorsam belki, "neden asıyorsun apo posterini buraya? neden hayransın ona bu kadar?" desem , neler anlatacak kim bilir.
Ben bilmiyorum.
Ben de dinlerim. Belki hafif öfkeli. Ona göre çokça önyargılı.
O güzel adamın posterini asan çok gördüm parkta. Farklı farklı posterlerini asan çok gördüm. Hepsinde sarışın, hepsinde mavi gözlü, yakışıklı!
Hepsinde Atatürk! 
Yardım da ettim asanlara. Kendim hiç asmadım ama. Zaten gerek de yoktu benim asmama. Asan o kadar çoktu. Asanlarla oturdum, sohbet ettim.
Sormadım hiç. "Neden asıyorsun Atatürk posterini buraya? neden hayransın ona bu kadar? demedim.
Gerek yok sormaya. Biliyorum çünkü. Biliyoruz.
Böyle anlatmıyor masal. Gerçekleri anlatmıyor anlatıcı. Gerçekleri anlatan masal mı olur deme! Olur!
Eğer yaşananlar masal gibiyse, olur. Masal yalan değildir. Masal, masaldır! Masal “yalan” oldu mu, ben üzülüyorum her çocuk gibi.
“Türk bayrakları yakıldı parkta!” diyor anlatıcı masalda
Türk bayrağı yakan görmedim hiç. Kendim yakmadım. Yakan birini tanımıyorum.
Yakan olmuştur. Ben görmedim. Görseydim engel olmaya çalışırdım. Görenler engel olmaya çalıştı çünkü. 
Sürekli yakılamadığına kefilim hepimizin bayrağının. Yemin ederim.
“Türbanlı kardeşlerimize saldırdılar!” diyor anlatıcı masalda.
Türbanlı bir kadına, bir kıza, bir insana hiç saldırmadım. Saldıranı görseydim engel olmaya çaılşırdım. Görenler öyle yaptı çünkü. İnan bana. Yemin ederim. 
Saldıran birini tanımak bile istemem. Tek kelime etmem.
Olmuş bir iki olay. O bile fazla. 1 bile fazla. Çok fazla. Keşke hiç olmasaymış. Umarım bir daha olmaz.
Kimseye saldırmadım ki zaten. Saldıranlardan korudum ama kendimi. Gazı sevemedim. Tazyikli,ilaçlı(!), şifalı sudan,coptan haz etmiyorum pek. Suç mu bu? Gözaltılar oldu çünkü. Çok oldu hem de. Kayboldu bazıları gözaltında. İnsan "gözaltına aldığını" kaybeder mi? Anahtarlık mı bu? 
Adı üstünde gözaltında. Gözünün önünde yani. Neler neler kayboldu daha başka.
“Camide içki içtiler. Alem yaptılar!” diyor anlatıcı masalda.
Camide içki içmedim. İçen birini görmedim. İçeni de anlamam. Görüntüleri varmış. Bekliyoruz hala. Onlar da kayboldu herhalde. 
Bu hiç olmadı. Camide içki içilmedi. Bu ayıp oldu. "Camide içki içildi!" demek ayıp oldu.
“Oldu” diyor anlatıcı çünkü. "Oldu" diyen, doğru söylemiyor.  "Oldu" diyor doğru söylemeyen. Israr da ediyor. İyi yapmıyor ısrar ederek.
Müezzin "olmadı" diyor: "Camide içki içen olmadı" diyor.Müezzin doğru söylüyor. Müezzin gördüğünü söylüyor. "Görmedim" diyor. Müezzin oradaydı. Ben değildim. Sen? Sen orada mıydın? Anlatıcı orada mıydı?
Sanmıyorum.
 "Oldu" diyor yine de doğru söylemeyen. Israr ediyor. Milyonlara "oldu" diyor. Milyonlara doğruyu söylemiyor. Yazık ediyor. Günaha giriyor. Kandırıyor. Onu çok sevenleri, çok sayanları, oy verenleri kandırıyor en çok.
Onlar da saf; inanıyor. Ne bilsinler...ne desinler…Yoktu onlar orada.
"Büyük bir oyun var! Faiz var, lobi var!" diyor anlatıcı masalda.
Ben oyun görmedim parkta. Monopoly, jenga, amiral battı hariç. Kızma birader! Bana kızma! Halay oyun sayılır mı? Çok halay vardı çünkü. Çeşit çeşit. Boy boy.
Lobi de görmedim ben parkta. Divan otelin, Point Hotelin, Ceylan'ın lobileri hariç.

Masal severim ben de her çocuk gibi. Çok masal duyuyorum bu aralar. Her vatandaş gibi. Matruşka dolu her yer. Her günümüz. 
Çok sevdiğim bir masal daha var. Bir alman masalı. Bir kral var masalda. Zevkine düşkün bu kral. Sarayı var. 2 tane dolandırıcı var. Terzi onlar. Dalkavuklar dolu masal.
Önü/arkası, sağı/solu, üstü/başı hep dalkavuk sarayın.
Halkı saf kralın. Her cahil halk gibi. 
Kral kibirli. Her kral gibi.
Bir çocuk var masalda. Çocuk korkmuyor. Her çocuk gibi. Susmuyor çocuk. Sonunda herkesi uyandırıyor. Bağırıyor. Bağırarak uyandırıyor:
"Kral çıplak!" diyor. "Kral çıplak!"
Herkes uyanıyor.
Kral utanıyor. 
Çocuk gülümsüyor.


Cumartesi, Haziran 29, 2013

TÜR

Son 40 gündür filan çok insanla tanıştım. 6 aylık insanı 40 günde tanıdım. Bizzat tanıştıklarım oldu.
Bazılarının adını hala bilmiyorum.
Bazılarını sosyal ortamlarda tanıdım. Twitter gibi mesela. Annemin halini hatırını soranlar, beni evden aldırmak için yarışanlar...Kısacası, çok iyi insanlarla tanıştım twitterda.
Daha önce de varlığından şüphe ettiğim, egzotik diye tanımlayabileceğim bir insan türünün varlığından emin oldum geçen 40 günde. Yaklaşık 40 gün.
"Anlamaya karşı dirençli" bir tür bu.
Bu "ötekileştiren" bir yazı değil.
Ben, ötekileştiren biri olmamaya özen gösteriyorum. Ötekiler gibi yapmamaya çalışıyorum.
Lakin zaman zaman ben de yapıyorum. Ötekiler gibi yapıyorum.
Ötekileştiriyorum yani.
Not: Ötekileştirmenin panzehiri, tahammüldür. Empatidir.
Şu anda,bu yazıda bunu yapmıyorum: Ö-te-ki-leş-tir-mi-yor-um!
Başka kaygılarla yazıyorum şu an; her ne yazıyorsam. Çok başka kaygılarla. Konunun içinden çıkarak. Uzaktan biraz. Ama aslından tam ortasından. Ben her yerdeyim. Tespit say sen bunu.
Tespitçi say beni de.
Uzaktan bakıldığında, "anlamaya açık" olan türe çok benziyor bu "anlamaya karşı dirençli" tür. Fakat çok farklılar. Temelde çok farklılar. Biri anlamaya karşı açıkken;,diğeri tamamen kapalı.
Enteresan!
Anlamaya karşı direniyor bu tür. Her kesimden, her görüşten, her iklimden, coğrafyadan, ırktan olabilir bu tür. Ortak özellikleri; anlamaya karşı olan dirençleri. İnadına yapıyorlarmış gibi.Tehlikeli bir şey bu. Bıçak sırtı. Anlaşılması çok güç. İdraki zor. Sadece anlamaya karşı değil dirençleri. Gelişmeyi de sevmiyorlar. Cehalet popüler onlar için; cahil kahraman.
Böyle şarkıcıları var mesela. Çok cahil şarkıcıları var. Topçuları,siyasetçileri,televizyoncuları, komedyenleri...
Onlar kahraman işte. Çok seviliyorlar. Çok zenginler haliyle.
Onlar da onlar gibi çünkü. Haliyle çabuk bağ kuruyorlar.
Bu tür, başarıyı da parayla ölçtüğü için, başarılı onlar. Kahramanları yani. Çok başarılılar hem de. Çok zenginler çünkü. Bu kadar "anlamamak", bu kadar "gelişmemek" zor aslında. Bir çaba, bir motivasyon gerektiriyor.
Hayat ileri gider çünkü hep. Sen hiç geriye işleyen bir saat gördün mü?
Hayat akar. İleriye doğru akar.
Hayat kuvvetlidir ileri akarken. Debisi yüksektir. Debisi yüksek akıntıya karşı yüzmek zordur. Çok zordur. Hiçbir şey yapmasa insan; dursa öyle, hayata bıraksa kendini, akışına yani, ileri gider.
Ama öyle olmuyor işte bu tür için. Direnen, akıntıya karşı duran bir tür. Akıntıya karşı yüzmeye çalışan, bunda inat eden bir tür. Yorulur kişi debisi yüksek akıntıya karşı yüzerken. Yorgun kişi de anlamaz kolay kolay. Ama sanki hiç yorulmuyor bu anlamaya karşı dirençliler.
Kasları yorulur. Yorgun kas gelişmez. Beyin de kaslıdır. Denklem çok basit aslında.
Bu da böyle manidar bir kısır döngüdür.
Adı üstünde...sürer gider.

FİZİK,RUH,ZİHİN

Direniş bitti mi sandın sen de? Öyle mi geliyor sana da?
Üzgün müsün? Sen de mi sorguluyorsun Gezi parkında, Kuğulu'da, Gündoğan'da, balkonda geçen zamanını?Kim için gaz yedik biz? Ne için? Ölenler niye öldü? Yaralılara ne diyeceğiz şimdi? Birbirimizin yüzüne nasıl bakacağız?
Hemen vaz mı geçtik? Bu kadar mıydı? Yalan mıydı? Yalan mıydık?
Soruyor musun bunları kendine? Kendinle hesaplaşıyor musun? İnsan en çok kendine gaddar olmalı hesaplaşırken. Çünkü insan bir kendini kandıramaz, bir de "inandığını".
Vazgeçmedik. Bu kadar değildi. Yalan değildi. Yalan değildik.Çok var direniş bitti sanan. Sevinen. Kıs kıs gülen.Sen sakın kanma onlara. Üzülme sakın.Onlar için de direndin sen, unutma.Direniş bitti diye üzülme
Bitmedi çünkü.
Kaybetmedin. Yenilmedin. Hem de hiç! Hiç yenilmedin!Bir kısmı bitti sadece direnişin. Fiziksel kısmı. Evlere döndük. Hayata döndük. Hayat normale dönüyor yavaştan. İşimize döndük. Ayıp değil bu.
Eskisi kadar Halk Tv izlemiyorsundur belki. Bu da ayıp değil ki! Sen yine ara ara aç izle bence.
Hortum al onlardan. "horbit" al horluyorsan. Horlamıyorsan da al, dursun. Belki bir gün horlarsın.
Kolla Halk Tv'yi. Sevdiğin her şeyi kolla zaten. Kollaman lazım. Yanında durman lazım sevdiğinin, saydığının. Gaz yerken durduğun gibi.
Fiziksel kısmı bitti sadece direnişin. O zaten bir kısmıydı.
Ruhlar hep bir.
Zihinsel kısmına geldik şimdi. Bu kısmı hiç bitmez. Bu tamamı!Belki savunacak bir merkez, bir park, bir meydan yok şimdi.Belki çadırını özledin. Belki kendini önemli hissetmeyi, işe yaramayı özledin.
Şimdi daha önemlisin. Daha çok yer var işe yarayabileceğin.Şimdi bir ülke var savunacak. Kocaman, yepyeni, taptaze bir ülke.
Ne kadar mutluyduk, ne kadar heyecanlı.
Ne kadar sivildik. Hala siviliz. Hep sivil kalalım, olur mu?
#bubirsivildirenis
Ne diyorduk hatırlasana:
BU DAHA BAŞLANGIÇ...

Pazar, Haziran 23, 2013

UYUTMAYANLAR

Uyuyamadım yine.
Uyuyamamak değil bu. başka bir şey. Yatakta dönmek durmak.
Yine sivrisineklere sövdüm bütün gece.Sadece onlara sövmedim yine. Uyuyamamayı sevmiyorum. Beni uyutmayanları sevmiyorum. Bir gün görürsem beni uyutmayanları söyleyeceğim.
"Beni uyutmayışınızı hiç sevmiyorum" diyeceğim. Söyleyecek o kadar çok şeyim var ki onlara.
Sorular uyutmaz insanı. Hele bir de cevapsızsa o sorular! Uyuyamazsın soruların cevapsızsa.
En beter "uyku kacırıcısıdır" cevapsız sorular.Merak uyutmaz insanı.Kahve de uyutmaz.Ağrı uyutmaz mesela. Bir yeri ağrıyan insan nasıl uyusun? Aklı ağrıyan yerindedir onun artık. 
Ağrıdan uyuyamıyorsan, nispeten şanslısındır ama.Açlık uyutmaz mesela. Karnı aç insan nasıl uyusun? Uyuyamaz aç insan. Karnı doymadan uyuyamaz.Aklı karnındadır artık onun. Midesiyle düşünür. Gürültülü bir şeydir açlık. Boş midede yankı olur. Ses yapar boş mide. 
Midesiyle müzik yapar aç insan. Sevmez ama yaptığını.Aşk uyutmaz mesela. Aşık insan nasıl uyusun? Hele bir de cevap alamıyorsa aşkına!Aşk da bir sorudur zaten. Uyuyamaz cevapsızsa aşkı.
Sevmez olanları. Olmayanları sevmez daha çok.Aklı kalbindedir onun artık. Kalbiyle düşünür.
Sessiz bir şeydir aşk. Susar çoğu zaman aşık insan.Biraz da açlıktır aşk. Yemek yiyemez öyle hemen aşık insan.
Açlık uyutmaz insanı.
Kahve içmedim.Aç değilim. Epey yemek yedim gece.Aşık da değilim. Epeydir aşık olmadım. Olduysam da fark etmedim.Görsek tanır mıyız hemen aşkı? Hatırlar mıyız aşık olmayı? 
Bisikletimi çalmışlar. Hediyeydi. Bisiklet çalınır mı?Bari bisikletleri çalmayın. Görsem tanır mıyım, hatırlar mıyım?Bisikleti diyorum?Sanmıyorum. Birbirine benzer bisikletler.
Yine uyuyamadım. Uyuyamamak değil bu. Bekleyip durmak. 
Aklım sokaklarda. Gözüm televizyonda.
Bu işler bir bitsin! Bir bulalım şu "huzurlu" ülkeyi...
Bak nasıl uyuyacağım o zaman. Geri alacağım kaçan uykularımı tek tek. Yakalayacağım kollarından.
Aklım gözaltılarda!
O zaman uyuyacağım işte! Uyutmayanlara inat uyuyacağım!
Tutabilene aşk olsun!


Cumartesi, Haziran 22, 2013

KAÇIŞAN DAVETLİLER


Önce gaz.Sonra ses.
Ya da tam tersi.Bilmiyorum.Bomba işte ikisi de. Karıştı yine cihangir.Durgundu epeydir.
Karıştı yine az önce. Bir anda karıştı. O bildik, o tiksindirici koku her yer. Sonra, o çirkin kostümleriyle onlar geldi. Başladı maskeli balo. Çok çirkinler kostümleriyle.
Yine tatsız başladı balo. O bildik, o saçma kovalamaca her yer. Davetliler kaçıştı.
Benim yüzüm maskesiz.Yine aynı ifade yüzüm.İfadem maskem benim. Şaşkın. Dargın. Dalgın.Öfkeli.
Durdum öyle.
Bir çocuk gördüm dururken. Pelerinliydi çocuk. Pelerini Brezilya bayrağıydı.
Kaçışan davetliler gördüm. Hepsi maskeliydi.
Ben durdum öyle.
Maskesiz. Şaşkın.
Elimde.... Ayşe kadın fasulye.

IRKÇI PRENS

Rıza Kayaalp gençtir.
Türktür.
Sporcudur. Başarılı bir sporcudur. Güreşçidir. Milli güreşçidir. Dünya ve Avrupa şampiyonalarından, olimpiyatlardan madalyalarla dönmüştür.
Rıza Kayaalp genç, madalyalı, başarılı , milli bir Türk sporcusudur.
Reklam yıldızıdır. Sponsorların genç prensidir. Hayırlı bir evlattır eminim. Annesine, ailesine çok düşkündür.Hırslıdır. Hedefleri çoktur eminim. Olmalıdır da . Potansiyeli vardır.
Belki "süper babadır". "İdeal" eştir. Medeni durumunu bilemiyorum. Medeniyet durumunu gördüm ama.
Umarım mutludur. Sağlıklıdır. Hayatında her şey yolundadır.
Rıza Kayaalp bir çok şeydir.
Ama artık; önce "ırkçıdır".
Hem de oldukça "hardcore" bir ırkçıdır. O kadar ırkçıdır ki, bunu saklamak zorunda bile hissetmemiştir. Kendisini sakınmamıştır. Kendini tutamamış, belki de tutmamış, twitter denen "gavur icadına" içini dökmüştür. Oldukça da "samimi" davranmıştır. Dümdüz gitmiştir. Ana avrat!
Rıza Kayaalp muhtemelen müslümandır.
İyi bir müslüman olduğuna da eminim. Manevi değerlere sıkı sıkıya bağlıdır.
Lakin islamiyet "anneyi" baş tacı eder.
Rıza Kayaalp bunu unutmuştur.
Irkçılık kötüdür. Çok kötüdür. Çok tehlikelidir. Çok gericidir. Bu zamana, bu çağa hiç ama hiç ait değildir. Çok "geçmiş zamandır". Üzerinden çok zaman geçmiştir ırçılığın, ırkçıların.
Irkçılık dışlanmıştır. Zaten dışlanması gereken bir duygudur. İnsanda yeri yoktur. Hiç yeri yoktur.
Yok olmalıdır.
Hele sporda! Hele bu çağda!Irkçılık ayrıca suçtur. Irkçı kişi "suçludur". Rıza Kayaalp ırkçıdır. Sonuç önermesi çok nettir:
Rıza Kayaalp suçludur!
Lakin kendisine Akdeniz Oyunları Açılışında "Türk Bayrağını taşıma onuru" verilmiştir.
Yıl 2013'tür. Memleketimde olan budur.






Perşembe, Haziran 20, 2013

ortaya

Ögrenci, manav, serbest meslek sahibi, avukat, diş hekimi, baytar, manken, hostes, taksici, turist rehberi, turistin kendisi, eşcinsel, sanatçı, twitter fenomeni, facebook canavarı, evli/bekar/nişanlı/sözlü, ünlü, ünsüz, yaşlı, genç, bakkal, market, otel, pansiyon, kebapçı, suşici, boyacı, ressam, marangoz, tasarımcı, grafiker, grafitici, sanatçı...
Sence ne kadarını göze aldılar? Senin kadar risk almaktan korkuyor mu sanıyorsun herkes? Herkes korkar mı?
Emin misin? Bence değilsin.
O tedirginlik, o şaşkınlık, o kontrolsüzlük, o anlayamama, o küçümseme hali hep bundan bence.
Emin olamamaktan. Rakibinin "gücünü" kestirememekten. IQ'sunu, mizahını, hızını, teorisini, pratiğini çözememekten. Frekansını, standardını, alışkanlıklarını, okuduklarını, yazdıklarını, izlediklerini, counter strikelarını, god of warlarını, houselarını, lostlarını deşifre edememekten.
Dexter'ı tanıyor musun sen?
Onları tanımamaktan bu telaş, bu panik. Hem de hiç!
Onları hiç tanımamaktan hepsi bunların.
Ya çok şey aldılarsa göze? Sandığından, düşünebileceğinden, hesaplayabileceğinden çoksa? Çok daha çoksa?
Ya bugün için değilse bu olup bitenler, yapılanlar? Ya "günlük" değilse bu direniş?
Hep "taze" kalırsa?
Ya o yaralananlar hemen iyileşirse sessiz sedasız?
Ya o ölenler kendileri için ölmedilerse?
Ya bugünden yarına kalırsa bir şeyler?
Ne bilmiyorum! Bir şeyler işte!
Ya "bir parça ekmek" için dilenmezlerse? Ya kollarlarsa  birbirlerini?
Konuşmaya devam ederlerse mesela? Yazmaya, çizmeye, tweetlemeye?
Dinlerlerse birbirilerini parklarda? Dinleniyorlarsa şimdilik?
Ya işsizlik canlarını plastik mermiden daha az acıtırsa?
Ya sözde kariyersizlik gözlerini gaz kadar yaşartmıyorsa?
Ya içlerinde gerçekten paraya tapmayanlar varsa?
Onurlu, kararlı, inanmıış birileri yok mudur sence aralarında?
Hiç mi?
Ya varsa?
Ya belediyelere endeksli değilse sanatları?
Belki de sadece şarkı söylemektir dertleri, olamaz mı?
Belki de önümüzdeki seçimleri değil; önümüzdeki nesilleri düşünüyorlardır?
Ya gerçekten "feda" ettilerse?
Birleştilerse gerçekten?
O zaman ne olacak?




Salı, Haziran 18, 2013

Talcid ve pornografi

Benim bir siyasi görüşüm yok. Benim bir dünya görüşüm var. Altını çiziyorum bunun sıklıkla. Dünyayı, ülkemi görmek istediğim bir hal var. Partizan değilim. Militan olmadığım gibi. Terörist, ayyaş, çapulcu, sapık, atom bombası imalatçısı, marjinal, porno yıldızı, bölücü...
Bunların hiç biri değilim. Bazen içerim. Serhoş da olurum. Seks yaptığım anlar da oluyor elbet.
Herkes kadar yani.
Herkes kadar içerim.
Başından itibaren direndim. Direniyorum. Direneceğim. Fiziksel direnme süreci geride kalmış olabilir. O kadar çok hali var ki bu direnişin. O kadar çok yer var ki direnilen. Ben yazıyorum mesela bazan. Yazarak direniyorum. Ama hep direniyorum.
Durarak direnen var.
#duranadam
Ben yazıyorum.
#yazanadam
Bir heves değil bu kadar insanı bir araya getiren. Moda diye direnmedik biz. Trend emretmedi bize direnmeyi. Biz direndik. Kendi kendimize. Kimseye sormadan. Amerikaya, israile, mosada, almana, yunana, faize, lobiye, CIA'ye, KGB'ye...
Hiç birine sormadık. Bize de kimse bir şey sormuyor. Parkı sormuyor mesela. Kışlayı, ağaçları, ıhlamur kokusunu sormuyor. Anamıza babamıza sorduk bir tek. Onlar da "güzel güzel direnin" dedi.
Hatta onlar da geldi. Zaten kızarlardı direnmeseydik. Çok kalabalık direndik. Direniyoruz. Direneceğiz.
Başından beri parktayım. Yanlış hatırlamıyorsam apo bayrağı asmadım hiç. Hiç başörtülü bir kadına saldırmadım. Bir kez bile! Türk bayrağı yakmadım. Hiçbir ebatta hem de! Bomba, molotof kokteyli yapmadım. Sütle talcidi karıştırmak kokteyl sayılır mı? O zaman itiraf ediyorum: Sütlü talcid kokteyli yaptım.Yaptık. Alın beni! Ben alınmam. Küçük şaşallar kullandım onları karıştırırken shaker yerine.Bu da bir itiraf. Otobüs yakmadım. Hiç yakmadım hem de. Bir tane bile! Bindiğim otobüsü niye yakayım? Toplu taşımayı severim ben.  Camide içki içmedim.
Grup seks yapmadım!
Hele camide hiç grup seks yapmadım. Oldu apo posteri asanlar. Olmadı ama apo posteri asmak. Parka yakışmadı. Zaten hiç bir yere yakışmaz. Parkta en çok posteri olan Mustafa Kemal'di. İnan bana! Vallaha!
Başörtülü Kadına saldıran da olmuş diyorlar. Ben görmedim. Olmuştur belki. Olmasaymış keşke. Görseymişim ben keşke. Engel olmaya çalışırdım. Durdurmaya çalışırdım. Başörtülü kadın tarafında olurdum. Polis yakalar o saldıranları umarım. Onlarla aynı tarafta olamam ben. Parkımız da aynı değil zaten. Bana gaz atan, bacağımdan vuran, avukatları, doktorları, kadınları, gençleri tutuklayan polis yakalar onları umarım. Coplarla hastahane basan polis.Acilde, alelacele insanları coplayan polis. O polis tarafındayım bak şimdi de.
Türk bayrağı yakan da olmuş.
Atom bombası , molotof kokteyli yapan görmedim parkta hiç, allah için. Atom bombası kolay iş mi?
Bira içen gördüm ama. Zararsızdı onlar da. Kendi hallerinde. Kızlı erkekli gruplar gördüm. Grup derken...sohbet ediyorlardı. Tefonları da çalındı insanların parkta. Hırsız da mı olduk şimdi hepimiz? Hep beraber mi çaldık o telefonları? Park güzeldi. Çok kalabalıktı. Park bir tane değildi. Çok park vardı!
Park çok güzeldi. Sen geldin mi parka? Gördün mü parkı?
Birinden mi dinledin yoksa sen parkı? Mikrofonlu birinden? Badem bıyıklı? Uzun hafiften?
Birilerinden mi okudun; izledin?
Keşke gelip görseydin. Kendin gelseydin. Kendin görseydin.
Sana da yer vardı.

ÖLMESEYDİN KEŞKE

Dün gelemedim. Özür dilerim. Yollar kapalıydı dün. Otobüsler, vapurlar, metro...tek yöne çalıştı dün.
Sen o yönde değildin. Kabahat sende.
Metro var artık İstanbul'da. Sen görmedin. Yasaklar var yine İstanbul'da. Sen İyi ki görmedin. Bırakmadılar baba beni dün. Kimseyi bıramadılar. Bırakmadılar geleyim.
Çiçeksiz gelirdim yine. Biliyorsun çiçek sevmiyorum. Ölü çiçek sevmiyorum. Sen de ölmeseydin keşke. Ölmeni sevmiyorum! Ölürken de söyledim sana elini tutarken bir yandan.
Peki...sustum.
Çiçeksiz miçeksiz...ama gelirdim. Bıraksalardı. Bırakmadılar.
Gelemedim.
Olanı biteni anlamamaktan sıkıldım artık. Rahatsız oluyorum anlamadıklarımdan. Sen de olurdun.
Rahatsız olacak kadar anlıyorum en azından.
Sen ölmeseydin, sana sorardım anlamadıklarımı. Soramadım. Öyle yapardım ya hep eskiden. Her şeyi sana sorardım. Hepimiz öyle yapardık. Elif, İdil, Devrim, ben...hepimiz.Sana sorardık.
Hem internet de yoktu o zaman. Sahi, sen internet yokken nasıl bilebiliyordun her şeyi? Cep telefonun yokken, nasıl tam zamanında yetşiyordun her yere?
Senin "hanım" da sana sorardı her şeyi. Ne çok gezdiniz siz de beraber. Dünyayı gezdiniz neredeyse.
O olmadan gezemezdin sen. O da bir tek senle gezerdi. Senden sonra, sensiz bir kere yatmadı yatağınızda mesela. Senden sonrası olmadı onun hiç.
Daha da gezerdiniz siz.Sen ölmeseydin gezerdiniz. Gezemediniz.
Çünkü sen öldün!
Peki..sustum.
Polisi sorardım sana mesela. Biber gazını sorardım. "Neden?" derdim. "Ne yaptık biz onlara?" derdim. Polise de sorardım bunu eğer dinleseydi beni polis. "Engelli engelsiz, yaralı yarasız, suçlu suçsuz herkese niye su sıktılar?" derdim. Su da sadece su değildi baba.
Sadece h2O değildi. Formülüyle oynanmış suyun. Suyu da bozmuşlar. Sadece "tazyikli su " değildi. Hele cumartesi, baba! Cumartesi fenaydı! Cumartesi çok fenaydı baba!
Hastahanelere de sıktılar baba gazı, suyu cumartesi. Otellere. Revirlere. İlaçları, ilaçlarımızı topladılar baba. Evet, iyileşelim istemediler. Doktorları tutukladılar yaka paça. Doktorluk yapıyorlar diye. Doktorluk yaparken onlar. Haklısın; iyileştirmelerini istemediler.
Gaz maskelerini topladılar. İnsanların yüzlerinden topladılar gaz maskelerini.
Sonra da insanları topladılar zaten. Bir yerlere götürdüler topladıklarını. Neresi olduğunu söylemediler. Gaz maskelerini çöpe attılar. Dilek ağacını yaktılar.
Hele cumartesi günü! Cumartesi çok fenaydı baba. Pikniğe sıktılar gazı. Attılar demek daha doğru aslında. Bomba çünkü o."Biber gazı bombası". Bomba sıkılmaz ki! Bomba atılır. Onlar da öyle yaptılar. Çok bomba attılar. Atmasalardı keşke.
Çocuklar vardı. Çocuğa atılmaz ki! Çocuğa bomba atılmaz ki! Onlar öyle yapmadılar. Attılar.
Çocuk da değildi sadece o gün onlar. Torundular! Yaşlılar vardı çünkü o gün, cumartesi, parkta.
Sadece yaşlı da değildi onlar da.
Anneanneler, babaanneler, büyübabalar, dedeler...
Anneler vardı...babalar
Çok can yandı baba cumartesi. Her yaştan can yandı.
Çok ağlandı cumartesi. Feryat figandı cumartesi.
Ondan gelemedim ben baba pazar günü.Babalar günü yanına ondan gelemedim. Bırakmadılar pazar günü...bıraksalardı...
Çiçeksiz miçeksiz...ama gelirdim.





Çarşamba, Haziran 12, 2013

İnci Avcısı

saat 02:57
Evdeyim. 1 saat oldu geleli. Üstüm başım leş gibi gaz kokuyor. Başkasının gazı. Islak kıyafetlerim. Islak kıyafetlerden ağırım. Soyunuyorum. Aklım sokakta. Sokaktayım aslında hala. Şu an evde olan herkes gibi. Ambulans sesleri var. Acı sesler. Acının sesleri. 
"En azından yollar açıktır bu saatte" diyorum. Her şeyden bir avuntu çekip çıkarmaya çalışıyorum bugünlerde.
Ambulansın içini düşünüyorum. İçindekini daha çok.
"Acaba tanıyor muyum?" diyorum. "Umarım iyidir" diyorum. "Umarım tanımıyorumdur" diyorum bencilce. "Trafik açık en azından" diyorum. "Yetişir belki hastahaneye" diyorum.
Kelimelerimi, maskemi, baretimi, deniz gözlüğümü, arkadaşlarımı, hırsımı, öfkemi çok dikkatli seçiyorum bu günlerde.
Özenliyim. Kontrolümü, şuurumu yokluyorum. Tetikte hepsi. Kaybettiğim anlar oluyor onları. Kaybettiğim anlarda derin nefesler alıyorum. Başka bir şeylere, başka yerlere dalıyorum o nefeslerle. 
Sonra tekrar bulup çıkarıyorum kontrolümü, şuurumu.
Okyanusta inci arayanlar gibi. Benim incilerim onlar: Kontrol ve şuur.
Twitter açık önümde. Yazılanları okuyorum. Ben de yazıyorum. Sanki duyuyorum okudukça okuduklarımı.
"Yardım edin" diye bağırıyor biri. "Açın " diyor bir başkası, "Kapılarınızı açın!". 
Sıkışanlar, kıstırılanlar, plastik mermiler, gazlar, dumanlar...Hepsini duyuyorum. Hepsini kokluyorum. 
Gözüm yaşarıyor. Bu sefer gazdan değil ama. Dokunuyor duyduklarım. Çok dokunuyor. Etime değiyor.
Anlamaya çalışmayı çoktan bıraktım. Bitsin istiyorum. Bitsin istemeyi de bırakmak istiyorum artık! Yeter ki bitsin!
03:13
Birilerine sesleniyorum. Biri vali. İstanbul valisi. "İyi ki" diyorum, "iyi ki akraba değiliz. Söyleyemezdim kimseye mesela akraba olduğumuzu" diye sesleniyorum valiye. "Çok utanırdım" diye bitiriyorum.
Cumhurbaşkanına sesleniyorum. Bir şeyler yapsın istiyorum. Uyumasın. Uyansın. Birilerini arasın. Sorsun istiyorum. Bitirsin istiyorum. Bitsin istiyorum. Çokça sitemliyim.
En çok Allaha sesleniyorum. Allah var çünkü, biliyorum.
Olmak zorunda!
Bir şeyler yapsın istiyorum.
Birilerine fısıldasın istiyorum.
Uyarsın istiyorum. Bitirsin istiyorum. Bitsin istiyorum.
"Allah aşkına" diyorum,
"Allah aşkına bitsin!" diyorum.Yalvarıyorum.
Sonra...sonra saat 03:26 oluyor. 
Ve hala ambulanslar ağlıyor....

Salı, Haziran 11, 2013

KIRIK TEBESSÜMLÜ ZOMBİLER

Nefes nefeseyim.Yine. Kazancı yokuşunu çıkıyorum.Yine. Neredeyse koşarak. Gerek yok halbuki.
Koşmaya gerek yok. Barikat var. Sağından geçiyorum  bugün. Hafiften koşarak.
Kazancı diktir. Ben 37'yim. Hafif de inatçıyım. Gerek yok koşmaya. Akıllı işi, akıllı bir 37 yaşında yetişkin işi, değil Kazancıyı koşarak çıkmak. Ama koşuyorum. Yokuş yukarı ne kadar koşulursa, o kadar koşuyorum işte ben de. Kestirme burası. Parka çıkarken en az bir 4-5 dakika kazanıyorum bu yolda. “Park” derken; “Gezi Parkını” kastettiğimi anlamışsındır. Bu aralar herkes öyle anlıyor “park” deyince biri, bir başkasına. Her park, Gezi çünkü bu aralar.
“Her yer Taksim”
Ve bu aralar her 4-5 dakika çok önemli.
Evde duramıyorum pek. Kendimi dışarı, sokağa, kestirmeye, Kazancı’ya, meydana, parka atmak istiyorum. Koşuyorum. Aptal gibi.
“Meydan” derken, hangi meydanı kastettiğimi anlamışsındır.
Evet. Taksim meydanı.
O meşhur 4-5 dakikayı da parkta geçirmek istiyorum. Marifet değil bu. Puan istemem. Alkışlanacak bir şey yok.
Koşarak parka gitmeyi istemek gayet olağan bu olağanüstü günlerde. Yeni bir içgüdü bu içimizdeki. Hepsi bu.
Belki de bir refleks diyebiliriz. Ya da kullanmaya kullanmaya neredeyse yok olmak üzere olan bir organ; bir uzuv. Bir çeşit “mutasyon” belki de. Ekstra bir lob.
Marifet değil ama.
Koşarak parka gitmeyi istemek marifet değil. Çok var koşan.
Gaz da yemeseydik keşke. Saçma oldu o gaz işi. Çok gaz oldu. Çok gaz vardı. Pahalı da bir şeymiş. Çok para harcanmış gaza. Yazık oldu.
Paraya yazık oldu. Coplanmak filan. Hep saçma oldu bunlar.
Benim babam bana bir fiske vurmadı mesela. Kaldı ki; hak ettiğim zamanlar olmuştur mutlaka.
Yaramazmışım. Ben hatırlamıyorum. Şimdi yaramazlık da yapmadım. Uslu uslu direndim.
Bencilce bir şey yapıyorum. Ama bu sefer herkes için.
Tuhaf. Tuhaf değil mi? Tuhaf bence. Olanlar toptan tuhaf zaten.
Bu gezegene ait olmayan bir dayanışma hali,tavrı var parkta. Bir kişi aç değil. Para geçmiyor parkta. Çok güzel insanlar var parkta. Festival gibi. Müzik de var zaten ara sıra. Çadırlar zaten her yerde.
Umutlandım ben parkta hafiften. Çaktırmadan. Çocuk gibi.
Sen?
O 4-5 dakika meşhur artık. Kazancı'da kazandığım 4-5 dakika. Eskiden kimse bakmazdı yüzüne. 15 gün önce yani. 15 gün önce memleket başka bir yerdi.
Kimse bakmazdı yüzüne.Memleketin yani.
Şimdi bambaşka. Sadece koordinatlar aynı sanki.
İnsanların kodları değişti. Cildim bile başka mesela. Güzelleşti cildim. Topladı ufaktan.
Oysa yeni bir şey yapmıyorum cildim için.  Sabah akşam yıkıyorum. Hepsi bu.
Ben asıl saçlarıma hayret ediyorum. Dökülmediklerine yani. Duruyorlar.
Kanser de olmadım. Şimdilik yani.
Ne sıkılmışım yahu. Ne darlanmışım. Sivilceler bundan mıydı acaba? Cildim düzeldi biraz. Bıkmışım. Ağırıma gitmiş çok şey. Şimdilerde daha iyi anlıyorum. Yalnız da değilmişim.
Kalabalıkmışız. Çokmuşuz. Epey çok! Sen de bilirsin; aptal yerine konmak, önemsenmemek, ciddiye alınmamak, yok sayılmak, görmezden gelinmek, kandırılmak, tehdit edilmek sürekli, azarlanmak… bıktırmış beni.
Ağırıma gitmiş. Yormuş.Tek başıma yorulmamışım ama! Çokmuş yorulanlar. Epey çok!
Sen de bilirsin, sen de görmüşsündür; sokaklar tebessümü kırık insanla doluydu.
“Çaresizdi” gibiydi onlar. Zombiydik hepimiz.
Çaresiz zombiler. Zombinin de işi zordur. Ölse de kurtulamaz! Çaresizdir. Çaresizlik çok fena. En fenası çaresizlik. İçinde umutsuzluk, gayretsizlik falan filan da var onun.
Çaresiz! Çok ağır laf! Çareden yoksun demek. Çareden yoksun insan ne yapsın? Neye, nasıl inansın?
Nasıl çıkar çareden yoksun insan labirentten? Hangi yöne gittiğini bilmeden gitmek…En yorgun insan o insandır işte. Hedefsiz insan, çabuk yorulur.
Kırık tebessümlü insanları hatırla…
Kırgındı bir de o tebessümü kırık insanlar. Kim kırdı onları? Ne kırdı dirençlerini bu kadar?
En mutlu olduğu zaman da bile %100 mutlu değildi hiçbiri. Baba olduğunda mesela…gelinlikle…üniversiteyi kazandığında…emekli olduğunda…tuttuğu takım şampiyon olduğunda…üniversiteyi kazandığında…bedelli/bedelsiz askerliğini yaptığında…
%100 mutlu değildi.
Hep biraz noksandı bir şeyler. Hep bir kaygı vardı. Hep bir suçluluk…Ne uzun oldu şu son 10 yıl! Bitmedi bir türlü! Ne çok şey oldu anlayamadığımız. Memleket gerçeküstü oldu. Gerçeküstü iyidir çoğu zaman.
Bu değildi. Kötü bir “Tim Burton filmi” gibi oldu. Kaldı ki; öyle bir şey yoktur.
Kötü bir “Tim Burton filmi” yani.

15 gün önce böyleydi bu memleket.
Hep biraz noksan…kaygılı…suçlu…
Artık öyle değil gibi sanki. Ne dersin?
Aptal mıyız biz? Çocuk muyuz? Hayalperest, romantik, saf mıyız?
Parktayız şimdi hepimiz. Her neysek, parktayız.
O tebessümü kırık, kırgın, yorgun insanlar yani.
Parktayız…parklarda.
Meydanda…meydanlarda.
Balkonlar var bir de. Tencereli tavalı balkonlar.
“Türk Balkonu”
İnsanlar var her yerde, her yaşta…Umutlu, diri, hedefli, şuurlu, çareli…
İsyan eden…direnen…Mutlu…gülen…
Belki de çok ama çok uzun zamandır inanıyor o insanlar…inanıyoruz… Aynı şeye. Ayin gibi…ibadet gibi…

“Ne olacak sanıyorsun böyle toplanınca siz parklarda meydanlarda balkonlarda?” diye sordu geçenlerde biri.“ Daha ne olsun?” dedim ben de…”Daha ne olsun?”
 Ne uzun oldu şu son 10 yıl…bitmedi bir türlü…