Çarşamba, Aralık 29, 2010

14.750 Yazıyla: ondörtbinyediyüzelli.

14.750
Yuvarlamadım. Aşağı yukarı da değil. Sayı tam olarak buydu ben bunu yazmaya karar verdiğimde.
Bu beni takip edenlerin sayısı.
İçlerinde sen de varsın.
Benim bu kadar insan tarafından takip edilmem zaten başlı başına bir mucize. Hatta saçmalık.
Daha da hatta zırvalık.
Bu sayı yeter bana.
Diğer yandan twitter ölçeğinde çok da büyük bir sayı değil.
Neler var! Üfff!
Kıskanıyor muyum?
Asla!
Şikayetçi miyim?
Cık!
Allah razı olsun! Allah bereket versin!
Yine de önemli bir sayı tabi. 14750! Yazıyla: ondörtbinyediyüzelli.
Mesela...
Sözleşsek bir gün, herkes de gelse, küçük bir stadyumu doldururuz.
Kasımpaşa'nın stadı olabilir mesela.
Vay be! Çok acaip. Hatta saçmalık. Daha da hatta zırvalık.
Peki bu sayı burada kalsa? Hiç artmasa mesela bundan sonra? Kilitlense bu sayı? Burada dursa?
Ne olur?
Ağlar mıyım sence? Hayata küserim belki.
Artsın isterim tabi o ayrı. Lakin konumuz bu değil.
Şimdi ben bu sayı,14.750, azalmasın diye taklalar mı atayım?
Başka biri mi olayım?
Takla atmayı bilmiyorum ki ben. Yok, şaka değil, gerçekten fena oluyorum takla atınca, fena başım dönüyor. Atmıyorum hiç takla. Gerekmedikçe atmıyorum. Zaten niye gereksin ki? Sen en son ne zaman takla attın? En son ne zaman takla atman gerekti? Hı?
Stratejik mi davranayım? "Twitter mühendisi" mi olayım?
Ağzımı bozmuyorum en azından zira bazı arkadaşların yazdıklarına "Sikime kadar!" ya da "O zaman siktir git, takip etme lan göt!" ya da "Çok da sikimdeydi yavşak pezevenk"! ya da "Ulan maymun sen kimsin? Ha? Kimsin sen? Çirkin orospu!" şeklinde cevaplar yazmak istiyorum. Fakat yapmıyorum.
Şimdilik!
Belirtmeden geçemeyeceğim,bazı arkadaşlarla da fena halde "DaŞŞŞak geçerken", onların ben kızıyorum sanmalarına da bayılıyorum.
Çaktırma, bir şey söyleme, uyandırma!
Bazen "Gideyim bir Özlü Sözler kitabı alayım, her gün iki söz döşeneyim,hiç riske girmeyeyim" diyorum.
(Görüyorsun, kafam karışık biraz)
Sonra vazgeçiyorum hemen. Onu yapan çok. Bana gerek yok. Zaten her hangi bir konuda bana niye gerek olsun ki? Neyse, yine de çok şey öğreniyorum onlardan ben de. Herkes gibi!
Ve herkes adına onlara çok teşekkür ediyorum!
Teşekkürler büyük insanların özlü sözlerini bizimle paylaşanlar! Teşekkürler!
Özlü söz önemli tabi.
Bazıları gerçekten hoş.
Lakin bazılarının da pek bir numarası yok.
Fakat herhangi birimizin söyleyebileceği bir sözün arkasına büyük bir imza, kalın bir isim yazınca durum değişiyor.Tepkiler değişiyor.
"Vay amına koyayım be, ne güzel demiş!" gibi.
Büyük insan olmak böyle bir şey işte!
Dokunduğun altın, söylediğin kanun oluyor.
Mesela "İnsan osuruğundan kaçamaz!" bana ait bir söz dizisi.Bunu bir yerde, bir ortamda ben desem "Ulan saçmalama, pis herif! Bak yine boş konuşuyorsun!" olur.
Ama ben bunun sonuna Victor Hugo yazayım, bak ne oluyor!
"İnsan osuruğundan kaçamaz!" VICTOR HUGO.
"Vay amına koyayım be, ne güzel demiş!"
Gördün mü?
Yazdıklarımla kimseye yaranmaya çalışmadığım için, yazdıklarım beğenilmese de, eleştirilse, anlaşılmasa da, gülünmese de, benim için sorun yok.
Kendimi bir odaya kapatıp ağlamıyorum, inan bana yapmıyorum.
Zaten yazdığım şeyler hep kabul görsün, hiç tartışılmasın isteseydim, matematik formülleri yazardım. Herhalde ben "2+2=4" yazdığımda, birileri de çıkıp "Çok boş konuşuyosuuuun. 4 olur mu? 5 o dediğin, hatta bazen 6,7 bile oluyoooo!" demezdi.
Der miydi mi yoksa? Yok canım demezdi!
Evet, diyebilir!
Yani hemşehrim, burası benim. Mal sahibi benim.
Boş konuşurum. Çok konuşurum. Hiç konuşmam.
Ama AIDS'e, KANSERE, AÇLIĞA çare bulanlara, SAVAŞLARI bitirenlere de mani olmam!

Cumartesi, Aralık 25, 2010

DİZİ İŞİ

Büyük tuvaletini yaparken tuvalette kitap okuyan insanlar var. PSP'de oyun bitirenler, level atlayanlar var. Üniversitede tuvalette çay demleyen bir arkadaşım vardı. Dikkat et bak, çay demleyen diyorum. Demlenmiş çayı alıp içen demiyorum. Piknik tüpü, demlik, demlik içinde demlenmeyi arzulayan çay ile girerdi 100 numaraya bu arkadaşım.
Suyu nereden alırdı bilemiyorum.
Şimdi önemli bir iletişim şirketinde üst düzey yönetici.
Çayı nereden alıyor bilmiyorum.
Kıskanırım bu adamları ben. İnsanın her gün kendine böylesi bir vakit ayırması, ayırmaya mecbur kalması, doğanın bu görmezden gelinemez çağrısının bir anda günümüzün en geçerli hediyelerinden birine, boş zamana dönüşmesi kıskandırır beni.
Yerli yapım dizileri izleyenlere de benzer bir kıskançlık besliyorum. Besliyorum ama ev sahibi bilmiyor. Çünkü evde kıskançlık beslemek yasak.
Ben izlemiyorum yerli dizi. Hiç birini izlemiyorum. Kendi oynadıklarımı izlerdim bir tek. Tekrarlarına da bakıyorum hala. Eskiden izlerdim. Bizimkiler, süper Baba, Perihan Abla...O zamanlar McGyver, Matlock, Kara Şimşek, A Takımı da izlerdim ama. Bizim bakkal da izlerdi. Çok meşgul bir adam olduğumdan, entellektüel birikimim beni engellediğinden değil bu yerli dizi izlememe durumum. Ben o esnada, o uzun zamanda başka işler yapmayı tercih ediyorum. Çim biçiyorum. Köpek var, köpekle oynuyorum. Bir NBA maçı izliyorum. Bir futbol maçı izliyorum. DVD'de bir film izliyorum. Köpek var, köpekle oynuyorum. Bir NBA maçı izliyorum. Atlıyorum, Ankara'ya gidiyorum.
Elbette benim de uyumak, yemek yemek, çiftleşmek, dizi izlemek gibi temel ihtiyaçlarım var. İnsanım ben de!
Lakin ben bir doz yerli dizi alacağıma, 3 bölüm yabancı dizi izliyorum. Hatta eğer tercihim yabancı sit-com olursa bu sayı kimi zaman 7'ye dahi çıkabiliyor. Hal böyle olunca benim tercihim ecnebi yapımlar oluyor.
Ne acıdır ki, yerli yapım diziler çok uzun. Gerek de yok bu kadar uzun olmalarına zira hikayeler çoğunlukla o kadar da kuvvetli olmuyor. Kuvvetli hikayeler zaman ister bazen, sen de zaten boyun eğer, verirsin o zamanı seve seve o kuvvetli hikayeye.
140 dakika dizi olmaz. 102 sayfa dizi senaryosu olmaz. 6 gün, günde ortalama 18 saat mesai olmaz.
Peki yabancılar, yabancı meslektaşlarımız bu işi nasıl beceriyor? Friends bir bölümde, toplamda 22 dakikada, 3 ayrı hikayeyi nasıl anlatıyor? House nasıl oluyor da 42 dakikada bizi hipnotize ediyor? Bunları kim yapıyor, kim yazıyor, kim oynuyor, kim izliyor? Piramitleri yapanlar mı? Büyücü mü bunlar? Bizden farkları ne? Üstelik 7 saat de gerideler bizden.
"Amaaaan, ne önemi var canım? Biz uzun seviyoruz. Siz Karışmayın. Öyle, yaya yaya, sindire sindire dizi izlemek istiyoruz. Vaktimiz çok bizim!"
Bu da bir görüş tabi. Baskın görüş bile olabilir. Bu da pek çok görüş tabi.
Peki ne olur diziler kısalırsa? Ömrümüz artar mı? Tenceremiz kaynar mı? Boyumuz uzar mı?
Hikayeler büyür, diziler kısalırsa. Kelimeler güçlenir. Zaman az olduğu için,az ama yeterli, anlatılmak istenilen şeyler sıkıştırılır. Sıkı şeyler kuvvetli olur. Kısa zamanda,çok geniş kitlelere, çok sıkı bir şeyleri anlatmak için donanımlı olmak gerekir. Bu görev de gerçek, iyi oyunculara verilir. Bakarsın taksici bile okullu olur o zaman. Dublaj biter! Kendi sesiyle oynamayan, oyuncu da değildir çünkü.
Senaryolar incelir ama içleri kalınlaşır. Yazanların ne yazdığı sorgulanır. Kimin ne çektiği, nasıl çektiği tartışılır. Rekabet kızışır. Yarış büyür. Yarışan herkes mutlaka kazanır.
İyi olur iyi. Bir değişiklik olur.
İnsanlar, insan gibi çalışır
İnsanlar daha güzel şeyler izler.
Valla bak !
En iyisi ben de uzatmayayım !

Perşembe, Ekim 21, 2010

AYI

Bu kış uzun sürdü. Benim için yani. Benim kışım uzun sürdü bu yıl. Bir yılı geçti hatta. Çok geçti hatta.
Uyudum ben de.
Uykum hafiftir ama. Duydum olup bitenleri. Zaten bir gözüm hafif aralık uyurum ben. Çok iyi uyuyormuş numarası yaparım. Bazen sahtesi gerçeğinden daha sahici olur. Kendim bile kanarım. Türlü türlü rüyalar gördüm. Bazılarını kontrol ettim, kurguladım.
"Hayal" dedim onlara.
Acıktım uyurken. Susadım da. Baktım bir şekilde başımın çaresine.
Uyumaya devam ettim. Bir gözüm hep aralık.
Uyandım bir gün. Öyle birden bire, aniden. Çişe gittim hemen. Gerindim. Uyurken geçen zamanı düşündüm. Gördüklerimi hatırladım. Rüyalarımı, hayallerimi ayırdım.
Kolay olmadı.
Karışanlar olmuştur mutlaka. Yakında öğrenirim. Neden uyudum bu kadar? Yorgunluktan mı? Uyanık kalmak için bir sebebim olmadığından mı? Bilmiyorum. Uyudum işte. Dinlendim çok uyurken. Sanki her şey benimle uyumuş gibi. Sanki ben hiç bir şeyi kaçırmamış gibiyim uyurken. İnsan en çok uyurken büyürmüş. Bebekler uyur ya hep büyürken.
Kolay kolay uyumam artık.
Neden? Yorgun olmadığım için mi? Uyanık olmak, uyanık kalmak için bir sebebim olduğu için mi? Bilmiyorum. Uyandım işte.
Çıkıyorum yavaş yavaş mağaramdan!

Çarşamba, Ekim 20, 2010

BESMELE

Bir kelimeyle başlıyor benim kutsal kitabım her normal kitap gibi: Diyalog
Herkesin kutsal kitabı başka olabilir. Bu dünyanın sonu değil. Konuşabilsek keşke. Herkesle, her şeyi konuşabilsek.
Besmelem diyalog benim!
Herkesle her şeyi konuşabildiğim bir ülkede yaşıyorum ben.Tenha bu ülke. Tenha bir ülkede yaşıyorum. Ülke benim. Kocaman bir ülkeyim ben. Herkes kadar kocaman.
Sokaklarında çok az insana rastlıyorum ülkemin. Rastladıklarıma da başımla selam veriyorum. Gülümsüyorum onlara.
"Bir ülke kuracaksan, bir dinin olmalı önce" dedi bir arkadaşım. Din nedir ki? Allah kimdir mesela? Bir adı var mı? Görsek tanır mıyız? Belki her gün görüyoruzdur. Görüp geçtiklerimizdedir belki allah. Ne olduğu, kim olduğu, formu, yüzü, şekli...Önemli değil hiçbiri.
Dini insan benim ülkemin.
Konu seçmeden fanatik olmamak...her konuda anlayışlı olmak... gayretim bu. Tüm enerjimi bunlara veriyorum. Bir de spor yapıyorum. Yorucu. Yorulmadan olmaz.
Bu gayret de aynı kitaptan. Kutsal kitabımdan. Diyalogla başlayandan hani...Bir çeşit ibadet diyelim.
İyi niyetliyim, çabalıyorum. İnanıyorum.
Keşke biraz daha bilseydim kötü olmayı. Becerebilseydim dönüp gitmeyi. Bakmamayı, bakınca görmemeyi.
Biliyorum, kimse sandığı kadar iyi değildir. Kimse istediği kadar kötü de değildir.
Onu da öğrendim. Zor bir hayatım var. Kafamda böcekler. Göğüs kafesimde kelebekler.
Kelebekte olsa, kafesteler işte.
Şeytan da var içimde eminim ama pek karşılaşmıyorum. Şeytansız olur mu?
Görsem tanırım belki. Bilmiyorum, görüyorumdur belki. Mutlaka görüyorumdur. Bilmek güzel olurdu. Her şeyi bilmek güzel olurdu.
Sürprizleri özler miydim yine acaba o zaman?
Değişiyorum ben. Birkaç zaman önce başladım değişmeye. Bacaklarım, dizlerim, başım ağrıyor. Eklemlerim sancılı. Uykularım kaçıyor. Geceleri uyanıp sigara içmeler başladı birde. Sigarayı bıraktım oysa. Büyüyorum belki. Uzuyorum ileri doğru...Küçükken daha öfkeliydim. Daha çabuktum öfkeli, öfkesiz. Daha uzun öfkeli kalırdım. Kararlı olurdum. Küçükken dünya, hayat oyun hamuru gibi olur. Değiştirebileceğine, istediğin şekli verebileceğine inanırsın.
Öfkeli olma cesaretini buradan alıyordum belki. Belki her şey değişir diyorum hala. Öfke cesaret ister çünkü. Kolay kolay vazgeçemezsin öfkenden. Onu yarı yolda bırakamazsın. Öfke küstahlıktır biraz!
Öfke bir şuur kaybıdır. Ama bilincin açıktır. Çok açıktır hatta. Bazen de her yer, her şey, herkes karanlıkta kalır. Seni "gerçekten" alır öfke, uzağa götürür. Kendi gerçeğine...kendi uzağına...
Kandırır. Süper kahraman yapar. Pelerinin olur öfkeliyken. Uçarsın.
Öfke yorar adamı. Perde olur gözüne. Göstermez, göremezsin. Bazen de pırıl pırıl yapar baktığın her yeri.
Aklını azalttığı zamanlar olur. Bilincini sınar. Yalnızlaşırsın. O halini kimse görmesin diye belki. İnsanın türlü türlü hali var. İnsanlık hali diyorlar buna işte. Ama öfke iyidir de. Canlı kılar seni. Seni ağaçtan, bitkiden, taştan ayırır. Uyarır seni, tutundurur. Ne olduğunu hatırlarsın. Üşümezsin öfkeliyken. Karda çıplak gezersin. Buzda yüzersin. Beslenmek güzeldir öfkeden, bağımlı olmak kötü...
Yine ökeleniyorum. Hala kaybediyorum zaman zaman kendimi. Araba kullanmıyorum ama artık.
Siniri alınmış bir et olmadım henüz. Öfkelenmemeye başlarsam üzülürüm kendime. Acırım hatta. Ama süreler azaldı, kısaldı. Daha az kalıyorum öfkede. Öfkeli ben, öfkesiz benden çok uzağa gitmiyor artık.
Daha çabuk geri dönüyorum.
Yine "değiştirmeye" çabalıyorum. Değişemem artık...
Yorgunum sadece biraz.

Perşembe, Şubat 11, 2010

KADIN KOMUTAN

Dünyanın dörtte üçü su. Dünyanın yarısı kadın.
Çoğunu görmedim, tanımam. Çoğu beni görmedi, tanımaz.
Zaafım var kadına. Görmediklerime, tanımadıklarıma bile.
Özellikle güzel olanlarına.
Bütün kadınlar güzeldir belki. Bazıları daha güzeldir ama. Bazıları çok güzeldir. Güzel kadın çabuk fark edilir. Kana hızlı yayılır. İçine işler adamın.
Güzel kadın korkutur beni. Korkarım güzel kadından.
O eğlenir ben korkarken.
Hele bir de akıllıysa ağlatır. Bütün kadınlar akıllıdır belki. Bazıları daha akıllıdır ama. Bazıları çok akıllıdır.
Akıllı ve güzel olan tehlikelidir. Akıllı ve güzel kadından daha çok korkarım. O daha çok eğlenir ben daha çok korkarken.
Her hamleni bilir. Her blöfünü görür. Kafana bir girdimi, çıkartmak zor olur. Kesmek istersin kafanı. Sökmek istersin kalbini. Derinin hemen altındadır bazı kadın, dövme gibi. Acısını seversin, hep daha çok istersin. Dövme gibi... Kanarsın, kandırır. Komutandır. Güzel ve akıllı bir komutan.
Ölüme gidersin, zehir verse içersin.
Gaddardır kadın. Bir anne nasıl gadar olur dersin. Olur. Anne de olur, gaddar da olur. Kızarsın, küfür edersin. Küfür olur, orospu olur!
Kalemden toka yapan büyücüdür kadın. Geleceği söyleyen kahindir.
Başka türlü sever, severken ezer.
Pazuları zayıftır belki ama, beyni kaslıdır, kamyonlar kaldırır.
İçine atar çok şeyi, içinde saklar daha çoğunu.
Kadın 'verir', sen alamazsın. 'Sen bilirsin!' der, bimediğini bilir.
Oyuncak verir sana, oynarsın. Doyurur seni, sevişir seninle.
Bikinisi en güzel üçgendir.
Çizmesi silahtır! Çizmeli bir silahtır. Ne çok silahı vardır kadının! Çizmesi, küpesi, kaşı, gözü, rimeli, memesi, dudağı, geçmişi, hali, tavrı, çorabı, eteği, kalçası... Hele kokusu, teni... Panzehiri yoktur çoğu tenin. Çilleri olur belki, gamzeleri ya da! Tuzlu olur tadı bazısının, deniz gibi. Dokunduğun ana inanamazsın. Rüya gibi gelir, uyanamazsın.
İlk dokunan sen değilsen, kızarsın. Öfken kendinedir. İlk olamayışına, kaybettiğin zamana kızarsın. Kaydedersin her anı, fotoğraflar çekersin. Siyah-beyazdır fotoğraflar. Özledikçe bakarsın.
Kokusunu şişelersin, kitaptaki çocuk gibi. Çocuğu anlarsın, çocuk olursun. Kokusunu tarif edemem. Kitabı var, oku! Kadını da tarif edemem. Çok kadın var, tanı! Dene en azından!
Anlamaya çalışma sakın, yapamazsın.
Ben anlamaya çalışmaktan çok önce vazgeçtim. Zaten pek az şey biliyorum kadın hakkında.
Meydan okumaktır kadın, EVEREST'TİR!
Parmak izidir kadın, kar tanesidir!

Çarşamba, Şubat 10, 2010

ŞİZO TV

Ben TWITTER da ne yapmaya çalışıyorum?
Bişey yapmaya çalışıyorum çünkü,evet!


Bu bir TELEVİZYON programı
Televizyonda yok
Televizyona gerek yok
KAPALI DEVRE
Seyircisi SENSİN
Sana ÖZEL
Kitap gibi biraz
Dekoru,formatı,yeri,zamanı,süresi,içeriği HAYAL GÜCÜN kadar
SEN ne zaman istersen
Hep CANLI
BANT yasak
Adını sen koy
YUNUS GÜNÇE ŞOV OLMASIN
Benim KAFAMDA BÖCEKLER VAR var!
Nasıl?
REHAB olur belki
Etkileşimli
İnteraktif yani
Katıl çok istersen
Sunucu belli bir tek
Sürücü de
Gerisi köpük
Sunucunun kostümü mü?
Çıplak olsun!
Belki SİYAH bir takım
Sunucu KOMİK mi?
Bilmem
Sen tanıyor musun?
DELİ mi?
Çok mu AKILLI?
Aptal olsa?
SAMİMİ belki
Belki SAHTEKAR!
Geveze biraz
Biraz AÇ!
UZUN-KISA?
Seyircinin kostümü?
Çıplak olsun
Belki bir EŞORTMAN
ŞİZOFREN bir performans
Deli saçması
Tespit Böceği
Sporcu.
Sihirbaz
DOBRA
YARALI
FANİ
Dost-Düşman
Konuk var mı peki?
Masa?
Koltuk?
Reklam yok
REYTİNG YOK
Görüntü yok
VAR mı yoksa?
Ben bilmem
KAMERA SENSİN
Yönetmen SENSİN!

Pazartesi, Ocak 25, 2010

PASTIRMALI YUMURTA

İyimser biri değilim. Daha ziyade akılcı ve gerçekçiyim. Karamsarlık da bazı zamanlar bunların alt kümesi olabiliyor. Varsın olsun. Alıştım ben. Böyleyim. Yeni değil bu algı benim için. Küçükken de böyleydim. Hiç büyümüyorum galiba. Hormonlardan yana bir sıkıntı olduğunu sanmıyorum. İyi bakıyorum kendime. İyi besleniyorum. Büyümeye meraklı değilim diyelim. Umut dolu biri değilim sadece. 'Her şey düzelecek, her şey daha iyi olacak, memleket her alanda olacağı gibi, sporda da yakalayacak dünyayı hatta geçecek!' demiyorum. Bunu beklemiyorum da. Gelişmekte olan ülke ne zaman gelişecek? diye merak etmiyorum hiç. Benim merak ettiklerim başka. Neşe saçamıyorum 7/24 !. Somurtkan da değilimdir ama. Farkındayım biraz. Lanetliyim. 'Dalgama' bakıyorum! Televizyon izlemeyi seviyorum. Özellikle spor izlemeye meraklıyım. Futbol ve Basketbol kayırdıklarım. Şımartıyorum onları. Basketbol farklı bir spor futbola göre. Öncellikle elle oynanır ve berabere bitmez. Kuralları dışında da çok farklıdır basketbol. Salon sporları daha bir asil olur. Adı üstünde:'SALON SPORU'. Eskrime baksana! Oyuncuları daha aklı başındadır. İnanmazsın, entellektüel olanlarına bile rastladım doğada. Basketbolcuların 'türü' değişiktir. Camiası daha bir kalitelidir. Yorumcuları daha bir 'çekilir' olur. Daha bir edepli,esprili ,bilgili. Yorumlar daha bilimseldir. 'Vatan, millet, Sakarya!' naraları atılmaz. Sporun özü konuşulur. Basketbol seyircisi, takipçisi de farklıdır. Maçlara çekirdekle girilmediğinden olabilr. Gerçi son bir kaç yılda özellikle üç büyüklerin (!) maçlarında seyirci profili biraz geriledi. Sergen Yalçın formalarıyla basketbol maçlarına gidenler çoğaldı. Salonda meşalleler yakılmaya başlandı. Futbol seyircisi yakışmadı basketbola,olmadı. Basketbol maçlarında 'ofsayt' diye bağıranlar gördüm ben. Koltuklar kırılıyor artık büyük(!) maçlarda. Basketbolculara saldırma cüretini gösteren aptal adamlarla doluyor bazen salonlar. 1.60 boyunda, göbekli, kel bir adam, hangi duygu ve düşünceyle 2.10'luk bir basketbolcuya saldırabilir anlayamıyorum. Aptal cesareti böyle bir şey herhalde. Basketbolcular gerçekten farklı futbolculardan. Basketbolcuların daha 'başka' insanlar olmalarını, 'okumuşluk'larıyla da açıklayabilrim. Daha bir 'sporcuya' benzer basketbolcular. Tuhaf saç traşları , füturistik sakal tasarımıları baskın değildir basketbol oyuncuları arasında. Maç sonlarında ezberden konuşmazlar genelde. Konuşurken kıvranan basketbolcu görmedim ben. Çoğu 100 kelimenin üzerinde kullanıyor konuşurken. Kitap okuyorlar belli. Servet Çetin'le benzeşen bir basketbolcu tanımadım, görmedim. Servet Çetin bütün sporlara tek başına yeter zaten. Yorumlar da farklı basketbolda. Basketbol yorumlarında çok sık rastlanmaz 'kahve' jargonuna. Bilimsel veriler, istatistiksel datalar temel olur argümanlara. Yorumcular solaryumdan haz etmez pek. Abidik-gubidik kıyafet tercihleri karakteristik özellikleri değildir mesela. Standartları farklıdır. Dinledikleri müzikten, kullandıkları arabaya kadar farklı tercihler yön verir hayatlarına. Mercedes yerine Audi kullandığına eminim bir çoğunun. Yöneticileri de başkadır basketbolun. Mütahitler domine etmez basketbolu. Konuşurken özne yüklem yuşmazlığı konusunda hassastırlar. Yabancı dil bilenleri bile vardır! Rüya gibi değil mi? Eski basketbolcular, futbolcu eskileri gibi ahkam kesmekten ziyade, sporlarına katkı vermeye çalışır. 'Ergin Ataman adam değil!' diyen bir basketbol yorumcusu duymadım. 'Çalamadı çünkü yüreği yetmedi!' şeklinde kabadayı ağzıyla yorum yapmazlar hiç. Kişilik haklarına saldıran, ağzı köpüren, kelle isteyen, kan koklayan yorumculara rastlayamazsınız pek basketbolda. Pozisyonların 'pierosu' yoktur. Pozisyonların 'ultra süper slow-motion' tekrarları 18 açıdan gelmez ekranlara. Pastırmalı yumurta tarifi verilmez programlarda. Tuvalet kağıdından pota da yapılmaz. Hatta basketbol programlarını çocuklar da izleyebilir! Otorite olarak kabul edilen yorumcuların gerçekten farklı bir perspektif getirdiğine şahit oluruz basketbol oyununa. 'Engin Atsür her yerini öpüyorum,her yerini!' gibi erotik ve saçma sapan yorumlar yapmaz, tutamayacakları sözler vermezler anlatıcılar. Anlatıcılar amigo olmazlar, her basketi gol gibi anlatmazlar. ULUBATLI HASAN'a dönüşmezler!
Amerika'lı bir beden eğitimi öğretmeninin armağanıdır basketbol. Çam sakızıdır biraz. Güzel oyundur. Nezakelidir. Pota altı serttir ama. 3 saniye koridoru zorludur. 24 saniye basketbolda çok uzun bir zamandır. Dansçı kızları vardır basketbolun,tüylü maskotları. Atlettir aynı zamanda basketbolcular. Uzunların sporudur, kısaları dışlamaz, oynayanlar uzar biraz. Erkek sporudur ama kadınlar da oynar. Bence oynamasa da olur ya, neyse :) Basketbol kendi dildini konuşur. Alan savunması yapanlar, adam adam savunma yapanlara darılmazlar! Faulün basketlisi olur. Sayılar hem çift, hem de tektir basketbolda! Blok festivalleri, hava harekatları,postere malzeme olanlar, atarken geriye çekilenler, potaya 'penetre' ederken hiç çekinmeyenler, extra paslar heyecanı körükler. Koca koca adamlar hatalı yürür, ikili sıkıştırılanlar isyan etmezler!Bir tek şeyi sevmem basketbolda: Uzun saçlı basketbolcular! Uzun saçlı basketbolcu olmaz, olmasın! Basketbol 4 perdelik, müzikli 'enfes' bir oyundur!
Genel bir tablo sundum ben. Büyük bir resim yaptım. Darılmaca gücenmece yok! Alınganlık göstermesek ne ala! Herkes bilir kendini! Yarası olan gocunur! Benim sporum basketboldur!

Cumartesi, Ocak 23, 2010

ROCK TANRIÇASI

Bir yılbaşı sabahıydı. Yeni yıla aşık girmiştim. Yeni yılda aşık kalırım sanmıştım. Hayatımdaki ilk gerçek kadın oydu.
Ben saklambaç oynamayı yeni bırakmıştım.
Büyüktü benden. Ben küçüktüm. O baya bir kadındı. Ben o kadar erkek değildim. Bu kadar kadın bana çok fazlaydı.
Bu bile onu kocaman yapmama yeterdi. Kuvvetsizdim önünde. Telaşlıydım. Hatta sakardım galiba. Sanki her yer kristal bardak, tabaktı...Ve ben çok sakardım.
Harçlığımı biriktirip bir altın kolye aldım ona. Kadınlar takı sever diye bir yazı okumuştum. Her takı aynı olur sanmıştım o zaman, her kadını aynı sandığım gibi.
Artık yapmıyorum o hatayı. Akıllandım. Her kadın başka kadınmış,anladım.
Bir insan ne kadar akıllanabilir ki?
Tombala oynamadığım ilk yılbaşı olmuştu o yılbaşı. İlk 'aşk travmamı' da o gecenin sabahında yaşadım.
Büyüdükçe travmalara alıştım.
"Tecrübe" dedim onlara. Alıştım. Zaten neye alışmadım ki? İnsan alışmaya programlı. Alışınca unuturum sanıyor. Geceyi pek hatırlamıyorum. İçtim o gece! Arkadaşımın evindeydik. En iyi arkadaşımdı. Ev 2 katlıydı. Hep deterjan kokardı. Bir başka kız yüzünden küstük sonra en yakın arkadaşımla, bir daha konuşmadık!
Güya hiç ayrılmayacaktık.
Ev hücre evimizdi. İki katlıydı. O, hayatımdaki ilk gerçek kadın, alt katta uyudu. Sabah oldu. Ben alt kata indim. Hediye cebimdeydi. Uyanmasını bekledim.
Hayır, onu uyurken seyretmedim.
Uyandı. Alkol, sigara ve uyku kokuyordu bütün kadınlar gibi. Bir rock tanrıçasıydı sanki! Saçları dağınıktı. Saçları çoktu. O varsa ben yoktum. Avucundaydım. Bana sahipti. Ve o bunu biliyordu. Saklayamıyordum.
Uslu durmazdı! Başı hep beladaydı. Dövmesi vardı. Benim sakalım bile yoktu.
Sarışındı. Sarı saçları dağılmıştı. Yatak dağılmıştı. Çıplaktı. Gece terlemişti.
"Gece üşümem" demişti.
Başucundaki bir bardak su duruyordu. Çoğunu içmemişti.
"Susarım" demişti!
Eli yastığın altında uyurdu, yumuşak yastık severdi. Gülümsedi hemen uyanınca. Belki de bilerek yapmıştı. Çok acımasızdı.
Hediyesi cebimdeydi: Altın bir zincir ve kolye!
Avucunu buldum yatakta. Yastığın altına kaçmıştı. Avucunu elime aldım. Hediyesini cebimden çıkardım, avucuna koydum. Fısıldar gibi 'seni seviyorum' dedim. Belki bilerek fısıldamıştım. Sadece o duysun istemiştim. Çok acemiydim. Hediyeye baktı. Gülümsedi yine. Aynı değildi ama bu gülümseme.
Bir kadın kaç ayrı şekilde gülümseyebilir? Çok!
Yüzüme baktı. Derin bir nefes aldı. Zamanı içine çekti... zamanı durdurdu... ve dedi ki : 'Yunus seni çok seviyorum, bu yüzden seni sevemiyorum!'
Yatağa geri yattı. Zaman tekrar çalıştı. Ben anlamaya çalıştım. Ne olmuştu? Her şeyi doğru yapmıştım ben. Takı almıştım ona, fısıldamıştım, uyanmasını beklemiştim. O uyurken bir yaş daha büyümüştüm. Acır gibi baktığını hatırladım bana. Şimdi ben terlemiştim. Kızmıştım. Ne yapmam gerektiğini hiç bu kadar bilmediğim bir anım olmamıştı. Üst kata mı çıkmalıydım? Kahvaltı mı hazırlamalıydım? Evden bir hışımla mı çıkmalıydım? Blöf mi yapmalıydım? Kumar mıydı bu? Ben kumarbaz mıydım?
Dişlerimi sıkmıştım. Avuçlarımı da. Uyanmasın diye bağıramamıştım! O uyumuştu, ben kaybetmiştim.
Avucumu açtım sonra.
Oradaydı!
Hediyesi avucumdaydı !

Pazar, Ocak 17, 2010

MAÇ YAZISI

Durdurdum kendimi. Hemen yapmayayım dedim. Hemen yazmayayım dedim. Sleep it over ! Üzerinden vakit geçsin, uyku alır belki öfkemi dedim. Uyanır uyanmaz da yazmaya başlamadım. Bir vazo kahve içtim. Köpeği gezdirdim. Temiz oksijen aldım. Kan şekerim yerine gelsin diye muz yedim bir tane. Artık başlayabilirsin Yunus dedim, başladım...
Dün akşam yine seyrettim Beşiktaş'ın maçını. Bunu niye yapıyorum hala bilmiyorum. İnadına izliyorum galiba. Ben bu Beşiktaş'ı bu haldeyken, yıllardır izliyorsam, baya bir Beşiktaş'lıyım demek ki. Halbuki yapacak çok daha güzel şeyler bulabilirdim. Bulaşık makinesini boşaltıp, doldurabilirdim, kitabımı okuyabilirdim, ütü yapabilirdim, hatta öylece, amaçsızca yatabilirdim. Hayır, ben maçı izledim! Kaşındım! Beşiktaşlıyım ya! Her maçtan önce sahada bir ruh görme umudum oluyor. Çocuk gibi kanıyorum Beşiktaş'a her maç! Ama her maç , sahada ruh yerine hayaletler görüyorum! İbrahim Kaş diye biri , bir şey var takımda mesela. Kim o? Ne iş yapar? 'KAŞ' plakalı bir porsche'si var onu biliyorum. Birde solaryuma düşkün belli. Ne kadar yoksun sopor ahlakından. Ne kadar dümdüz. Ne kadar tahmin edilebilir bir stili var. Ne kadar sıradan! Topla kavga eden futbolcu sevmiyorum hiç. Hele haddini de bilmiyorsa, daha da sevmiyorum. Çok net belirtmek zorundayım ki İbrahim Kaş arkadaşımız, değil Beşiktaş'ta, Turkcell Süper Lig'de hiç bir takımda oynayamaz , oynayamamalı! Yazık! En çok da bu ve benzeri arkadaşların toplumda 'Beşiktaşlı oyuncu' şeklinde anılmasına bozuluyorum . Zira hiç hak etmiyorlar!
Beşiktaş'ı izlerken, uzun bir zamandır, galiba Gordon MİLNE zamanı sona erdiğinden beri, futbolun bir takım oyunu olduğundan şüphe ediyorum. Daha çok tenis maçı izliyor gibiyim. Hem de tekler! Herkes başka bir şey oynuyor sanki. Bana göre Beşiktaş'ın başına gelen en kötü şey; başkandan sonra tabi, geçen sezonki şampiyonluk oldu. Çünkü gözden kaçan çok önemli birşey var bana göre Beşiktaş'ın şampiyonluğunda: Geçen sene Beşiktaş şampiyon olmadı. Sivasspor şampiyon olamadığı için, ve lige bir şampiyon gerektiği için, mecburen şampiyonlaştırıldı. Ben büyük Türk düşünürü, bilge insan Levent ERDOĞAN gibi hadiseyi ilahi güçlere bağlamıyorum ama yine de şans Beşiktaş'tan yanaydı fene halde. Ligin en iyi takımı değildi Beşiktaş ! Sivasspordan şanslıydı okadar. Sivasspor son 6 maçın , 3'ünü kaybetmeseydi durum çok farklı olacaktı.Bülent Uygun şair olmayacaktı belki de!
Özellikle Mustafa Denizli döneminde kafam ve vizyonum daha da bulanıklaştı. Deneysel futbol diyerek açıklayabileceğim bir futbol oynamaya başladı takım. Her maç yeni kadro. Bunun adı rotasyon değil, kaos olur ancak! Bu bir strateji değil, kafa karışıklığıdır sadece! Musatafa Hoca gerçekten çok iyi niyetli bir insana benziyor . Son derece kibar, kaliteli ve saygın bir figür. Ancak futbol artık daha bir başka oynanıyor. Futbolda inatlaşmaya hiç yer yok . Zaman yok çünkü inat etmek için. Takımın hala bir nüvesi yok. Omurgası belli değil. İstikrar olmazsa, motivasyon da olmaz. Takımda müthiş bir genişlik, umursamazlık hakim. Ernst bile 'ulan , ben salakmıyım , bir benim mücadelemle olmaz ki!' diye isyan ediyor son 7-8 maçtır. Zordur Alman mekaniğini bozmak ama Beşiktaş bunu da başardı. Bobo o kadar kuvvetsiz ki, her yerden topa vurmak zorunda hissediyor kendini çünkü alıp gidecek hali yok! Serdar Özkan'a daha nekadar şans verilebilir? Serdar'ın her pozisyonda hakeme el kol yapmasına da tahammül etmek çok zor! Ayrıca o da bitik! Tükenmiş! Ekrem dağ iyi niyetli, çalışkan, okadar. E okadarla da olmuyor işte. Tabata nerde? Tabata olsa neolur o da ayrı konu tabi! Nihat Kahveci'yide aldığı süper kontrat için kutluyorum . Güle güle harcasın. Eminim zaten öyle yapıyordur. Gülüyordur!Unutmadan ekleyeyim: Top sanki TABATA'nın ayağına büyük geliyormuş gibi geliyor bana. Yani fiziksel olarak ! Futbolcu arkadaşlara genel olarak seslenmek icab ederse: Beyler , halı sahada oynamıyorsunuz! Sizin işiniz bu! İş ahlakınız nerde? Paranızı mı alamıyosunuz ? Çıkmayın idmanlara, maçlara! Sonuna kadar yanınızda oluruz. Söz! Ama idmana, maça çıkıyorsanız yapın işinizi. Saklanmayın. Kaçmayın sorumluluklardan! Bu Beşiktaş analizimi klişelerle donatmak istemediğim için topluyorum: Bu Beşiktaş , bu haliyle , ancak çok iyi bir halı saha takımı olur! Bu Beşiktaş çağın çok gerisinde bir top oynuyor! Bu Beşiktaş futbol bile oynamıyor! Topdepiyor diyelim! 'Çok iyi mücadele ettik' cümlesi tüylermi diken diken ediyor artık. Burası Beşiktaş, bir zahmet mücadele de ediverin! Bu Beşiktaş kuvvetsiz! İnançsız! Umutsuz!

Son olarak İstanbul Büyükşehir Belediyesi takımını ve özellikle ABDULLAH AVCI'YI kutlamak isterim. Büyük iş yapıyorsun Abdullah Hoca! Sana genç diyen, sana hala çok güvenemeyenlere de 47 yaşında olduğunu anlatmamız lazım. Enerjine, vizyonuna, birikimine çok saygım var. Kitap okuyorsun belli. Dünya'yı takip ediyorsun, kendine çok güveniyorsun ama asla yetinmiyorsun bu daha da belli! Bir de o dar kotları giymesen! Milli takım konusunuda takma kafana. Biz yabancılara hayranız ve daha da kötüsü, bunu itiraf edemeyecek kadar da iki yüzlüyüz! Belki bir gün İngiltere Milli Takımı'nı çalıştırırsın:) Sen beni anladın! Ben de seni anlıyorum! Kolay gelsin sana !

Perşembe, Ocak 14, 2010

BUĞU

Süslenirsin. Çok da süslenmezsin. En azından çok süslenmemiş gibi yaparsın. Güzel kokmak istersin. Varsa şanslı donunu giyersin. Şanslı kravatını takarsın. Belki biraz dekolte! Her şeyi de açıkta bırakmazsın. Bir gizem mutlaka olmalı dersin.
Kendini kandırırsın. Her fırsatta kendini kandırırsın. Bunu kaçıncı kere yaptığını, kendini kaçıncı kere kandırdığını hatırlamazsın.
Bilirsin ama hatırlamazsın.
Banyoya gidersin. İki elini lavaboya dayarsın. Kafandaki, vücudundaki bütün ağırlığı kollarına verirsin. Lavabodan destek alırsın, üzerinden aynaya eğilirsin.
Ayna hala buğulu, az önce duş yaptın. Elinle silersin. Filmlerde çok olur bu.
Aynanın karşısında durup, kendine bakarsın.
Aynadakini sevmek zorundasın.
Dişlerini fırçalayıp fırçalamadığını unuttuğunu hatırlarsın. Bir daha fırçalarsın. Risk alamazsın. Hele bu gece hiç risk alamazsın.
Risk alamadığın diğer anları düşünürsün. Hep bir bahane bulduğunu fark edersin. Korkak olup olmadığını sorarsın kendine. Cevap vermezsin. Gözünü kaçırırsın aynadan. Artık bir cevap vermesen de olur gözünü kaçırdıktan sonra. Konuyu değiştirirsin. Değişmez aslında konu hiç.
Değiştirmek istediğin konu hiç değişmez!
Söyleyeceklerini düşünürsün. Ona söyleyeceklerini düşünürsün.
Söylemeyeceklerini daha çok düşünürsün.
Dua edersin. Keşke daha çok dua etseydim dersin.
Vücut dilini çalışırsın aynanın karşısında. Kendine bir gülümseme seçersin. Bir tane de yedek olsun istersin.
 Telaşlısındır. Sakini oynarsın. Bunun için yeterince iyi misin peki? Sakini oynayabilir misin? Onu merak edersin. Çok güzel olsun istersin. O çok güzel olsun istersin. Ya çok güzel olursa diye de korkarsın. Belli etmek istemezsin. Evde dolanmaya başlarsın. Kalp atışlarını bastırsın diye müzik açarsın. Müziği duyamazsın.
Gözün saatte! Çıkman lazım. Geç kalamazsın. Onu bekletemezsin. Taksi çağırırsın. Tanıdığın taksi gelsin istersin. Kazanmaya erkenden başlamak istersin. En azından mor ışık olmasın takside dersin! Şoför çok konuşmasın istersin. Taksi kokmasın! Taksi beş dakikada gelir. Üç dakika geçer, evden çıkarsın. Bir dakika sokakta beklersin. Taksi gelir. Mor ışığı olur. Şoför çok konuşur. Taksi kokar.
Sen düşünürsün arkada...Durursun biraz...Hatırlamaya çalışırsın...
"Bu, hayatla kaçıncı randevum?"

MONA LISA GÜLÜŞÜ

Dadal Günçe . Dadal ne güzel isim ! Dadal Ankara'da yaşayan kuzenim . Büyük benden . bayağı büyük . Kafası çok çalışır. Değişik çalışır kafası. İyi kalpli olduğunu hatırlıyorum nedense. İyi kalp hatırlatır kendini. Evli Dadal. Bir çocuğu var .Bir erkek çocuğu var . Orta ikiye gidiyor . Dadal'ı pek tanımıyorum aslında. Tanımam gerektiği kadar tanımıyorum. Arada Ankara var.
Ne iş yapıyor emin değilim. Şu an farkettim! Ankara'da nerede yaşıyor bilmiyorum . Karum'a yakındır belki . Belki Anıtkabir'i görüyordur . Arjantin caddesine paralel sokaklardan birindedir evi belki de . Sakallıydı bir ara . En son gördüğümde uzundu . Benden mi uzundu acaba sadece ? Futbol seviyor muydu? Karısını , eşini , çocuğunun annesini daha da tanımıyorum . Sokakta görsem tanımam . Çok ayıp.
Dadal'ın babası amcamdı . Ankara'da ,Esenboğa'da , uçak kazasında öldü . ODTÜ 'de öğretim üyesiydi . Sağlam solcuymuş gençliğinde . Birde çok gençti öldüğünde . Gözlüklüydü . Uzundu . Biz Almanya'daydık uçak , pistte ikiye bölündüğünde . Boynu kırılmış amcamın . Acıdı mı acaba ?Acımasın !
Babam çok ağladı . Amcam , en iyi arkadaşıymış . Babalar ağlamazdı hani , amcalar ölmezdi ? Yalanmış !
Ankara'da bambaşka bir öykü var benim için . Çoğunu kaçırdığım bir öykü . Bir yerinden yakalamam lazım , girmem lazım o öyküye . Kahramanlarını öğrenmem lazım . Dadal'la rakı içmem lazım . Eşine çiçek almam lazım , oğluna oyuncak . Kim bilir belki onlar da özlemiştir beni . Sormam lazım !
Siyah - beyaz bir fotoğrafı var amcamın . Yüzünde bir Mona Lisa gülüşü ! Annemin evinde , televizyonun üstünde duruyor . Duvardalar hepsi. Babam , dedem , anneannem hepsi yan yana, bir arada, bir duvarda . Ölenlerin fotoğrafları neden siyah beyaz olur hep?
Amcamın mezarının nerede olduğunu bile bilmiyorum . Eşini, yengemi tanımıyorum tanımam gerektiği kadar. Amcam şairdi . Bir tane şiirini bilmiyorum . Yengemin yazdığı kitaplar var . Bir tanesini bile okumadım . Affederler mi beni ? Dadal'a söyleyeyim de götürsün beni amcama . Sonra da yengeme . Daha çok düşüneyim onları . Daha sık hatırlayayım . Daha derin hissedeyim . Uzaklık nedir ki , soğukluğun yanında ? Bazen bir adım kapatır arayı , bazen dünyayı yakarsın ,ısınamazsın , ısıtamazsın . Öyle bir soğuk olur.
Acele etmem lazım.
Onüç yıl oldu babam en iyi arkadaşına kavuşalı . Onüç yıl önce bu gündü ! On üç yıl önce, bugündü.

Çarşamba, Ocak 13, 2010

SİYAH-BEYAZ GENLER

Babam Beşiktaş'lıydı. Benim Beşiktaş'lılığım babadan geçti. Genetik olarak Beşiktaşlıyım diyelim. Babam neden Beşiktaş'lı olduğunu biliyordu. Beşiktaşı seçmiş babam. Genelde tersi olur. Ben bilmiyorum. Ben bilerek Beşiktaşlı olmadım. Babam Beşiktaşlıydı, evde sürekli bir Beşiktaş vardı. Bunu biliyorum ben. Babamın taraftarlığı bilinçli. Benimki daha ziyade bir alışkanlık,bir refleks. "Ait olmak" istedim,istiyorum galiba. Dinsel bir şeydir taraftarlık. Şuur kayıpları biraz da bundan. Ne tuhaf şeylere inanır insan dindarsa. Normalde inanmayacağı şeylere.Tarftar da kolay kanar. Bir bütünün parçası olmak fikrinden hoşlandım,hoşlanıyorum sanırım. Renklerini de seviyorum.
Beşiktaş da seviyor mu beni acaba? Umurunda mıyım ki Beşiktaşın ben? 2 dakikasını ayırıp konuşur mu benimle? Lafımı dinler mi? Fikri mi sorar mı?
Tanımaz bile beni Beşiktaş.
Yine de seviyorum Beşiktaş'ı. Hele bu aralar daha çok seviyorum. Çok vaktim var çünkü. Ne yapacağım ben bu kadar çok vakitle? Olmayana verebilsem keşke bendeki fazla vakti.
Babam Fenerliymiş çocukken. Çocukluk işte! "HASTA" Fenerli bir aileden gelmiş babam. Sonra gayet sağlıklı bir Beşiktaşlı olmuş.
Anlatıyorum...
Ergenliğinde olmuş olanlar. Sadece vücudu değişmemiş, sesi kalınlaşmamış. Kararlarını kendi verebileceğini kavramış. Özgürlük çarpmış. O dönem bir soğukluk girmiş Fener'le babamın arasına. Sebebi çok da belirgin olmayan bir soğukluk. Bir şeyler eksik demiş kendi kendine. 'Fener beni mutlu etmiyor artık' demiş. 'Diğerlerini' farketmiş, merak etmiş onları. Önce bir Galatasaray maçına gitmiş. Olmamış. Bulamamış aradığını. Heyecanlanmamış. Teşekkür etmiş Galatasaray'a, müsaade istemiş. Galatasaray'ın ona ihtiyacı yokmuş. Ardından canı bir Beşiktaş maçı çekmiş. İçi kaşınmış. "Bir de Beşiktaşa bakayım" demiş. Gizli gizli yapmış bunları. İnönü'de buluşmuşlar. Tam saatinde. Maç saatinde. Büyük bir günmüş o gün. simsiyah çıkmış Beşiktaş sahaya. Kara kartallar gibi. Beşiktaşın kara kartal olduğu günmüş o gün. Camia yastaymış. Siyahları çekip, çıkmışlar. Kartallar gibi saldırmışlar. Karakter görmüş babam sahada. Birlik görmüş, beraberlik görmüş. Maçı da kazanmış Beşiktaş, babamı da! Bağlanmış babam. Ait hissetmiş kendini. Bir bütünün parçası olmuş. Stat evi olmuş, etrafındakiler akrabası. Mutlu olmuş. Eve dönmüş sonra, gözlerinde bir ışıkla. Aklı siyah-beyaz. Aklı net. Saklayamamış içindeki duyguyu. Yeni sevgilisini anlatmış dedeme, kardeşlerine. Zor olmuş kabul etmeleri ama anlamışlar babamı. Üstüne gitmemişler. Rahat bırakmışlar.
Babamın bir hikayesi var Beşiktaşla ilgili. Geçmişi var. Emeği var taraftarlığında. Cesareti var.
Seviyorum ben Beşiktaş'ı, Beşiktaşlı olmayı. Abartmadan, körleşmeden, mantıktan, akıldan vazgeçmeden.
Keşke her şeyin olsa hikayesi.
Benim çocuğum da Beşiktaşlı olur herhalde.
Annesi ne der acaba?

Salı, Ocak 12, 2010

KAFA İŞGALİ

Öyle başlamak lazım belki. Küçük adımlarla! Önce şu "her adımda bir şeyler başarmalıyım" saplantısından arınmak lazım belki de. Atabildiğin her şeyi atacaksın fırsatın varken. Sonr tortulaşıyor çünkü. Dev değilsin sen. Burası da cüceler ülkesi değil. Kısa mesafeler önce. Telaşsız, sakin...Ürkek olabilirsin, bunda bir şey yok. Kararlı, acemi,güçsüz, meraklı, iştahlı... Bunların hepsi olabilirsin.
Uyanacağım sadece. Hepsi bu. Gecelerim zor geçtiği için bu zor sabahlar. Farkındayım. Farkındayım ve hiç bir şey yapamıyorum. Bu döngüyü kıramıyorum. Tehdit bile edemiyorum onu. Araya giremiyorum Kendimden beklentilerimi epey azalttım. Yakında tamamen bırakırım bu gidişle.
O sabah bu sabah değil. O sabah olur mu dersin?
Kafaya ne çok şey sığıyor. Dışarıdan baktığında, bu kadar çok şey alacağına pek ihtimal vermezsin. Ama alıyor işte. Her şey orada kendine bir yer buluyor. Herkes bazan sende buluşuyor. Kafanda parti başlıyor. Seni çekiştiriyorlar senin kafanın içinde. Ve sen her şeyi duyuyorsun. Çoğuna itirazın var. Yine de seni pek ciddiye almıyorlar. Misafir olmayı da bilmiyorlar. Zaten aslında misafir filan da değiller. İşgalciler. Kafana sığan onca eşya, onca insan, olay, anı, yer, zaman...Kafan işgal altında. Senin çağırdıkların da var elbette. Onları bizzat sen davet ediyorsun. Özel yerler veriyorsun onlara. İyi yerden iyi yerler veriyorsun. Bir de senin getirip kafana tıktıkların var. Kendi kafana sapladıkların, çaktıkların var. Sen kendine acıdıkça, daha da yerleşiyor onlar.
Daha derine, daha sağlam.
Kafan ağır, kafan dolu. Kafan çöplük gibi.
Bu kafayla uyunur mu? Sen bu kafayla mı uyumaya çalışıyorsun? Bu kafayla pat diye uyanamazsın.
Onu gittiğin her yere götürüyorsun. Sen mi onu taşıyorsun, o mu seni çekiyor?
Aklın sıkışıyor.
Yataktan kalkacaksın bu sabah da sadece. Yatağı kenarında oturacaksın biraz. Oradan, oraya kadar gelebilmiş olmaktan güç alacaksın. Acelen yok. Hiçbir işin yok. Zamanın bol.
Hele bir uyan önce.
Sonra gider biraz toprağa basarsın.

Pazartesi, Ocak 11, 2010

BOŞLUK

Artık yavaş yavaş 'aktüel' yazılar , 'fikir' yazıları yazmak istiyorum sakıncası yoksa .
Sakıncalı yazılar da olabilir bunlar pekala .
Kendime gazete basacağım diyelim . Hem yazı işleri müdürüyüm , hem köşe yazarı , hem dağıtıcı , hem de en sadık , belki de tek okuyucusuyum . Minicik bir medya patronuyum yani . Gazete binamı , legodan yaptım . Yazar değilim ben , tuzum kuru . Rahatlığım bundan . Arkadaş olmasak da olur. Daha iyi olur hatta. Arkadaş olmayalım biz. Arkadaş olursak, yalan da söyleriz birbirimize. Yalan söylemeyelim.
Günlük olmasa da olur . Bir çeşit terapi diyelim buna.Terapistim de öyle diyor . "Yazmak terapidir" diyor . Çoğu zaman dinlemiyorum onu konuşurken. Sıra hemen yine bana gelsin istiyorum. Galiba o da beni pek dinlemiyor.
Her şeyimi, bazı şeyleri saklayarak, yazacağım . Beni bu kadar tanımak istemezsin belki . Benden nefret edeceğin anlar , bu nefretini besleyeceğin fikirlerim olur muhakkak. Umarım olur.
Hayatında bana yer var mı sence ? Kutularımı nereye koyacağız ? Kıyafetlerimi ? Müziklerimi ? Vana sıkışmıştı , açtım bu gün.
Düşünce hızıyla , yazma hızını eşitleyen bir makine var mı sen onu söyle ?

Cumartesi, Ocak 02, 2010

CANAVAR

İnsan ya topraktı ya da maymun. Önce hiç yoktu. Sonra çok oldu. Abarttı.
Yapıyor insan bunu, abartıyor.
Yazı yazdı insan, tarih başladı.
Her şeyi yazı yaptı. Her şeyi yazdı.
Kimi destan yazdı,kimi masal.
Çok güzel kadınlar vardı.Çok güçlü adamlar.Şanssız çocuklar.Hep insan yazılmadı ama sadece insan yazdı.
İnsan yazan bir hayvandır!
Bazıları hayvanları konuşturdu, bazıları kendinden başka kimseyi konuşturmadı.
Filozoflar yazar oldu,yazılanlar felsefe.
Yazılanlar müzik oldu sonra,şarkı dendi yazıya. Büyükleri oldu yazanların. Çok büyükleri! Kafiyesiz yazamadı kimileri. Her şey hakkında,herkes hakkında yazıldı. Yazılmayan kalmadı. Yine de her gün yeni şeyler yazıldı.
Kırılmayan kalp,girilmeyen ev, söylenmeyen yalan kalmadı.
Üzülen anneler,çaresiz babalar. Okurken zevk alınan cinayetler oldu. Heyecanlandıran hastalıklar. Koktu bazı yazılanlar; yaktı. Kan ter içinde kaldılar yazarken. Kan ter içinde seviştiler yazılanlarda. Dövüştüler. Sövdüler. Dünyayı değiştirdiler.
Bazı şeyler hep aynı kaldı.
Yaktılar yazanları diri diri. Bazen yazılanları yakmakla yetindiler. Okumak-yazmak günah dediler.Sevabı-günahı yazıdan öğrendiler,okuyarak bildiler.
Yazdı diye,yazıyor diye,yazar diye çok sevdiği ülkesinden kovdular,mezar taşına 'en büyük sendin' yazdılar. Uzaya çok önce gittiler yazarak,denizin altındaki dünyayı çok önce keşfettiler.Taşa yazdı bazıları,bazıları ağaca! Her şey bir mağara duvarında başladı. O mağaranın sahiplerini kimse tanımadı. Dinozorlar bir anda yok oldu,yazı binlerce yıl kaldı. Uzaydan geldiler,yerden bittiler. Kutsal oldu bazı yazılanlar. 'Onları insan yazmadı!' dediler. Geleceği bildiler. Gelecekten bildirdiler.
Her şeyi yazı başlattı.
Her şeyi yazı bitirdi.
Anlaştırdı,barıştırdı. Bir anda savaştırdı. Yazı en büyük icat oldu,insan en büyük mucit.
Ben de insanım,ben de yazıyorum. Benden yazıyorum,senden yazıyorum,ondan-bundan yazıyorum. Bana kadar yazıyorum,sana kadar geliyor. Köprüler kuruyorum, sonra yakıyorum hepsini.Oyun oynuyorum yazarken. Yine de ben de bir bedel ödüyorum. Dantel işliyorum,taş yontuyorum yazarak. Kendimle satranç oynuyorum.
Hep ben kazanıyorum.Hep ben kaybediyorum.
Yazmak bana sonsuzluğu veriyor. Ben ona ne veriyorum bilmiyorum.
Ben de abartıyorum.
Hem yaratıcıyım yazarken,hem kul. Hem tapılıyorum hem tapıyorum. Çoğu zaman kendimi kurban ediyorum.Çok tanrılı,tek tanrılı oluyorum.
Kaç kişinin günahını taşıyorum?
Ölümlü olduğumu çok hissediyorum yazarken. Hiç ölmeyeceğim sanıyorum yazıyla.
Kimse okumaz nasılsa diye yazıyorum,herkes okusun istiyorum.
Yazmak hayali bir arkadaşım benim. Düşman olduğumuz da oluyor.
Kendime bile söyleyemediklerimi yazıyorum.
Okurken şaşırıyorum. Utanıyorum. Ne dersem yapıyor,ne istersem oluyor. Bir bakıyorum,en istemediğim orada;en çok kaçmak istediğim karşımda ...
Yazarken kaçamıyorum hiç .
En çok da yazarken kaçıyorum.
Hiç bilmediğim yerlere gidiyorum. Haritasız...pusulasız...
Yazmak hatırlamaktır hatırlatırken.
Kurtulmak için hiç bir şey yapmıyorum yazmaktan başka. Kurtarılmayı beklemiyorum. Kurtarmak de için yazmıyorum. Ben kimim ki?
Yazmadan da duramıyorum. Geçer belki. Hiç sanmıyorum! Geçsin istemiyorum.Ya geçerse diyorum? Tedirgin oluyorum. Hemen bir şeyler yazıyorum. Ne olursa! Canımı yakıyor yazmak.Belki ben de başkalarının canını yakıyorumdur. Özür dilerim onlardan, kendimden.
Bile bile yazıyorum;inadına,acımadan.
Yazı peşime takılıyor. Nereye gitsem benimle geliyor. Sadakatiyle büyülüyor. Yazı peşine takıyor. Nereye gitse,sürüklüyor. Meydan okuyor,tahrik ediyor,kıs kıs gülüyor! Herkese her şeyimi anlatıyor.Yüzüme vuruyor,gözüme bakıyor.Yalnızlığımı alıyor,yapayalnız bırakıyor.
İçimde bir canavar sanki...Etimle besleniyor! Kanımı içiyor! Kovuyorum,gitmiyor bazen hiç gelmiyor.
'Peri o !' diyenler var.
Periymiş...
Peri benim canıma okuyor!
Yazmak karıştırıyor beni. En çok da kafamı.
Her şeyi unutuyorum yazarken. Her şeyi hatırlatıyor. Şuurumu kaybediyor gibi oluyorum ama her şey de cam gibi!
İçimde geziyorum yazarken. Gezegen gezegen dolaşıyorum. Kapılar var. Bir sürü kapı.
Kapıları çalıyorum. Bazılarını çalıp ,kaçıyorum!
Hırsızlık yapıyorum. Kendimden çalıyorum. Kapılardan giriyorum. Beş dakka oturuyorum.
'Bişey içer misin?' diye sorana : 'Yok,ben şimdi kalkacağım' diyorum 'yolum uzun'. Çok kapı var. Hepsini açmıyorum. Hepsi açılmıyor, açtırmıyor kendini.
Yalnızım,korkuyorum.Üstelik herkes yanımda. Kilitliyorum bazılarını. Sıkı sıkı kilitliyorum. Anahtarları bende,anahtarları saklıyorum. Bir çekmecem var sanki. Ne koysam alıyor,ne arasam buluyorum.
Limanlar var yazarken. Utanmadan ağlıyorum. Kimi istersem özlüyorum. Denizatlarına biniyorum. Suda yürüyorum,ellerim cebimde...Şarkı da söylüyorum yürürken. Bir an da bir mezarlıktayım. İyi ki şarkı söylüyorum! Kimin mezarları bunlar? Beni kim çağırdı? Bana kim kızdı? Yanlış mı yaptım? Her şeyi mi yanlış yaptım?
Yazı gaddar. Yazmak çok tehlikeli. En dipte ne varsa buluyor. Bazen bana bile sormuyor,çıkarıyor. Önüme koyuyor. Bırakıp gidiyorum,döndüğümde bıraktığım yerde buluyorum. Bir zaman bir dönüyorum,gitmiş! Bağlar kuruyorum yazarken,ilişkiler yaşıyorum.
Kendimle kaç kere tanışıyorum bir bilsem...
Anlatamıyorum.
Zaten bir bilsem sana da anlatırım.
Bir bilsem...
En yeni şey bile eski oluveriyor yazdıktan sonra. Eskiler de yepyeni. Her şey karışıyor. Her şey duru kalıyor,elekten geçiyor. Elekte kalanlara vuruluyorum ben.
Yazmanın kendi adaleti var.Suçlu olduğum kadar masumum. Kendi günahı,kendi sevabı var. Yalıtkan değil, çoğu zaman çarpıyor. Bazen bütün elektriğini alıyor.
Piyano gibi tınlıyor,yanında sakin bir keman...
Bazen bir stadyum dolusu öfkeli adam!
İnsanlar ölmüyor,aşıklar ayrılmıyor,kimse aç kalmıyor.
Herkes ölüyor,aşıklar hiç kavuşamıyor,herkes aç kalıyor.
Her şeyi yazı yapıyor.
Yazıyorum mum ışığı oluyor,yazıyorum aydan görünüyor. Sarsılıyorum yazarken. Titreyerek yazıyorum. Bitkin düşüyorum. Çok üşüyorum. Yanıyorum.
Bir çelişki makinasıdır yazmak.
Kimse seni duymuyorken; bağırmak gibidir.
Belki biri duyar diye yazıyorum. Yazarken açılıyorum. Yazdıkça açılıyorum. Kendime bu kadar kapanırken bunu nasıl yapıyorum? Sorular soruyorum. Cevaplarından ödümün koptuğu sorular. Yumruk atıyorum yazarken. Yumrukla yazıyorum. Ellerim kanıyor. Kanla yazıyorum. Her kelime etime saplanıyor. Kafama sıkıyorum her kelimeyi.
Hiç ölmüyorum!
Öfkem geçiyor. Her şeyle,herkesle barışıyorum. Kendimden başlıyorum barışmaya. Dua ediyorum. Yakarıyorum yazıyla. İtiraf ediyorum. Doğruyu arıyorum bıkmadan. Belki hiç bulamam,belki çoktan buldum.
İçinden çıkamadığım oluyor,kaybediyorum.
Olsun!
Zaten kazanmak için de yazmıyorum. Hep kazanana hiç rastlamadım.
Yazarken akıyorum. Su Gibi!
Aziz oluyorum.Şeytan oluyorum.
Göl oluyorum sonra.
Pişman oluyorum.'Yazma bir daha!' diyorum .
İnsanlar kötü,acımazlar! 'Yaralarlar seni!' diyorum. Hiç yaralanmıyorum.
Dinlemiyorum hiç kendimi. Tutmuyorum. Yapamıyorum. Yapmıyorum.
Dönüp dolaşıyorum...yine yazıyorum.